Her canlının ait olduğu bir vatanı vardır ve insanın ana vatanı ailesidir… Ve inanın, dönüp dolaşıp geleceği yer orasıdır.
Aile ister iyi olsun, ister kötü, sığınılacak bir liman gibidir.
İnsanoğlu yaşamda bir yere veya birilerine ait olmak ister ve aidiyet hissi ile bir nebze yaşama tutunur… Fakat kişinin yüksek bir aidiyet duygusu taşımadan, kendini, bir koşula bağlamadan, içten içe değerli hissetmeyi başarabilmesi, insanın bu yaşamda ki en büyük başarısı olabilir.
Yol gözleyen yavrularını bekleyen veya kaybeden yuvalar vardır. Çünkü burası dünya ve kimsenin derdi kimseye uyamaz. Kural budur.
Hayatı yaşamak, anlamlı kılabilmek elbette önemlidir, fakat insan hayatı zorlaştıran yokuşa sürendir.
İnsanların yüreklerinin arasına sıkışıp kalmış, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek, nice hayalleri, körelen yetenekleri olduğunu çokça düşünürüm. Ve bir zamanlar hayatı dolu dolu yaşayan, şimdilerde hayata kuşbakışı bir tepeden bakan bu yaşlı çiftin, çaresizlik içinde, çocuklarını tanıyıp tanımadığımı bana sormaları yüreğimi dağladı.
Ah kahrolası! Hayal mi görüyorum, düş mü? Dağ yoluna yolum nereden düştü? Keşke bu acı dolu sahnelere şahitlik etmeseydim.
Yaşlı çifttin dört çocuğu dile kolay, aç tok, sıkış tıkış, bu köhne, bu virane evde, kırlarda, bayırlarda özgürlük içinde büyümüş, serpilmiş, yeri gelmiş sıkılmış, bunalmış, aileleri tarafından onları baskılayan kural ve kaideler içinde, şimdilerde büyük şehirlerde, hayatla mücadeleye girişmişler…
Hayatın insanoğluna zorunlu olarak dayattığı; “Her şey olması gerektiği gibi olmalı” dayatması, insanı yaşama karşı güdüleyen, çalışma isteğini kamçılayan, azmi temsil ediyor gibi.
Mesela mutlaka, öğrenim görmelisin, evlenmelisin, çocuk sahibi olmalısın, en iyi okulu, en iyi evi, en iyi düğünü, yani başkalarına her konuda hırslanmalısın… Yani daha iyi bir yaşam için bulunduğun yerden bir başka yere göçmelisin!
Herkes parayı, ünü, şöhreti insandan çok seviyor. Çıkarlar çatıştı mı insanlık bitiyor. Adeta insan bir canavara dönüşüyor… Yalan mı, değil…
Kısaca her şeyin sahibi gibi pervasızca davranan ben rastlantı sonucu karşılaştığım bu yaşlı çiftin, anladım ki uğruna mücadele edecekleri hiçbir şeyleri kalmamış… Yaşadıkları hayatın özeti yaşlılık, çaresizlik, güçsüzlük…
Güç elindeyken “ey insanoğlu öyle kırıp dökme kimsenin kalbini, hayalini yıkma” der gibiler… Ve bundan sonra hayata bakış açım değişecek galiba, her canlıya dışarıdan bir gözle bakacağım.
Hayatın tüm yükü bu yaşlı çiftin omuzlarından kalkmış gibi kin, nefret, kıskançlık, öfkenin zerresi kalmamış, sadece yalnızlık, kimsesizlik, bir de çaresizlik…
Onları yaşama bağlayan tek şey çocuklarına duydukları özlem… Ne de olsa insan insanın yurdu olması gerekirken, şimdilerde kurdu oluvermiş.
İnsan insanın ihtiyaçlarını gideren, birbirlerinin hayatlarına anlam ve mana katan bir yaratılışla yaratılmıştır…
Son yıllarda fıtratına ters çabasıyla insan çırpınmakta.
Peki bu dağlarda ne işim vardı? Niye bu dağ başına gelmiştim? Çünkü literatüre keşfettiğim bir bitkiyi kendi ismimle yazdırmak için…
Bütün dünya benden bahsetsin istiyorum. Her insan bu duygu, bu hissi yaşamanın peşinde. Önemli biri olmak peşinde.
Bu yaşlı çifttin etrafında insan yoktu. Kötülük de yoktu, iyilik de, sadece çekilmez bir yalnızlıkları vardı.
Benden çok bitki tanıyorlar, ama onlardan öğrendiğim bu bilgilerle şehre ulaştığımda meşhur olmak üzereyim.
Bu dünya hayatı ölene dek mücadele etmeyi gerektirir ve inanın dünya hayatı çok uzun gözükse de, öyle değil, çok kısa, şu an yaşıyor muyum, ölü müyüm bilemiyorum. Başka bir alemde miyim? Onu da bilmiyorum. Sanki şifalı otlarla tedavi ediliyorum…
Her insan yavrusu büyük bir azimle dünyaya gözlerini açar, hayvanlar, bitkiler de öyle ve her canlının doğumu yenilikçi bir çaba gerektirir.
Sürekli yenilikçi bir çaba yeni bir şeyler öğrenme…
Düşünün takip edin, bir başka gözle yeniden bakın bebeklere, hiç durmadan 0-3 yaşında bir çocuğun azimle çalıştığına şahit olursunuz…
Çoğu insan, yaşama gözlerini açtığı evde, doğru düzgün yeterli derecede ana-baba sevgisi göremediğini düşünür. Ve bazen bazı durumlarda insanı fitilleyen bir ateş gibi bu duyguları onu rahatsız eden bir güce dönüşür.
Her şeyin fazlası zehirdir ve insan için tehlikelidir.
Yıllar önce bu yaşlı çifttin ataları, bir kaç aile insanın insana ettiği zulümden kaçmış, bu dağ köyünün insandan uzak bölümüne yerleşmiş. Zamanla yaşlı çiftin dışında bu mezrada kimsecikler kalmamış…
Yaşlı çift çocuklarını, hayvanlarıyla birlikte büyütmeye çalışmış, dile kolay, yeri gelmiş açlık, sefalet çekmiş, yeri gelmiş gece yatağa aç girmiş, ama çocuklarının karınlarını, bazen de bayırlardan topladıkları otlarla doyurmayı başarmışlar.
Sırası gelen, “bize buradan ekmek çıkmaz “ diyerek, bu mezradan ayrılmış.
Ana-baba olarak belli bir süre evlatlarını yetiştirmenin, yuvadan uçurmanın gururunu yaşamışlar.
Son günlerde şehirden gelen arabaları rahatlıkla gören tepeye çıkıp evlatlarının gelmesini bekliyorlar, bazen de yola inip arabaları durduruyorlar, kırk yılda bir kere, o da bana denk gelmez mi?
Yaşlı çifttin yüreği özlemle yanıyor… Ölmeden önce evlatlarını görme isteği tüm bedenlerini ruhlarını sarıyor.
Ölmüş mü, kalmışlar mı, hiçbir haber alamamak, onları perişan etmeye yetiyor.
Özlem de hastalık gibi…
Tüm bedenlerini, ruhlarını okşayan tarzda, onları sürekli tetikleyen, ritüele benzer, bir nevi ibadet gibi bir yapıda, her gün yapılması gerekenler yapıldıktan sonra, kendilerini içsel olarak o tepede buluyorlar.
“Ah o tepe…” bir ritüel, bir ibadet yeri gibi içlerine bir ferahlık veriyor.
Şimdilerde onlar için hayat amaçları, onları ayakta tutan, dirilten, içlerindeki kuvvetli, itici bir güç bu olsa gerek evlatlarının gelmesini beklemek.
Burası en yakın köye çok uzak, yaşlı çiftten başka kimsenin yaşamadığı, karı-koca yaşlı çiftin yaşama tutunmaya çalıştıkları mezra.
Çocukları varken koyun keçi tavuk ineklerinden müteşekkil büyük bir aile iken şimdilerde ellerinde bir inekleri kalmış.
Yaş seksen doksan, ölümü arzular olmuşlar, fakat dünya gözüyle evlatlarını görmeyi yaşama amaçları haline dönüştürmüşler.
O bittiği gün ölüm kapıyı çalar mı, çalar.
Belli mi olur, Allah katına çıkmak o kadar kolay mı, hiç gidip gelen yok…
Son dönemlerde İşlerini yapamaz olmuşlar. Temizlik yok, yeterince beslenemiyorlar. Tek sahipleri Allah…
Dünyada sahipleri yok anlaşılan, çoluk çocuk, sıhhat, tarla, bağ, bahçe, terk etmiş gitmiş, bir karı bir koca, bir inek, bir de özlem içinde yuvarlanıp ahir ömürlerini tüketiyorlar.
Dün gece eşi ateşlenmiş öteki dünyaya gitmiş gelmiş… “Beni bırakma, ben yalnız başıma ne yaparım?” diye. Saatlerce gözyaşı dökmüş, Allah sanki sesini duymuş, merhamet etmiş, belli bir süre daha, size mühlet veriyorum demiş…
“Haydi beraber belli bir süre daha yaşayın” tıpkı Adem ile Havva gibi, “haydi inin yeryüzüne cennetimden” demiş.
Bir nefes alımı sessizlik sonrası yaşlı kadın, mırıl mırıl konuşmaya devam ediyor, sanki bu dünyada son konuşması, doyasıya konuşuyor.
“Adam dirildi, ben bir daha iflah olmaz diyordum, ama dirildi, işte beni yalnız, biçare, tek başına bırakıp gitmedi, Allah’ın izniyle.”
Ah ne olaydı da bir mucize, belki bir ilham “sizin yaşlı ana babanız var” diye Allah hatırlatsaydı benim çocuklara. Mutlaka gelirlerdi.
İçlerine tıpkı İblis gibi bir vesvese verseydi. “Ananız babanız ne oldu, ne yiyorlar ne içiyorlar, açlar mı toklar mi? Yo hacı yok, onlar bizi unuttular, ben sana içimden geçenleri söylemiyorum, ama bu böyle” o da bana içinden geçenleri söyleyemiyor…
Ama gerçekleri ikimiz de tüm çıplaklığıyla biliyoruz. Bazen dil susar, gözler konuşur ya… Kendimizi avutmayalım.
Bir ineğimiz kaldı, onu da kesebilirsek, kesip yedik mi biz bittik, zaten ondan sonra öleceğin günü bekle…
“Kalk hacı ağırdan ağırdan, işler seni bekliyor, biraz bu virane evi sil, süpür ha, şöyle hacım, of be seni Yaradan’a kurban. Öyle süpürürken belini sakın yamultma, alimallah bel kayması olursun, hah şöyle dimdik tut belini ki doğrulasın hacı. Şimdi ya Kuddüs ismini tekrar et yerleri süpürürken, ya Kuddüs, ya Kuddüs de ki, bak göreceksin, yerler, gönüller nasıl temizleniyor hacım, Allah’ın yeryüzünü temizleyici esmasıdır ya Kuddüs haaa!”
“Hacım dikkat süpürgeye, onun da bir ruhu var, onu hor görme, ona nazik, kibar davran, değil ki insana, hayvana kötü davranmak, hacı ne büyük vebal.”
“Ya hacı, daha yemek yapılacak, bulaşıklar yıkanacak, amma da dırdır ettin hacı, gören de dese taş taşıyacaksın.”
“Bak rüzgar esti mi hacı, kainat evi temizleniyor, bir uğultuyla başladı mı rüzgar, önünde ne kadar fazlalık varsa siliyor, süpürüyor, alıyor, götürüyor, tertemiz yerli yerince bir köşeye koyuveriyor.”
“İşte” diyor, Allah, taptığınız şeyler… Gönülleri yorduğunuz, yıprattığınız, selamı kestiğiniz dünya malları, alın şimdi, ağlasan, sızlasan neye yarar, boş nafile, insan yoksa her şey sıradan tekdüze, her şeycikler hacı.”
“Çocuklar gideli yıllar yıllar oldu, ara ara gelirler rüyalarıma, netsin çocuklar elde yok avuçta yok, kıt kanaat geçiniyorlar, nasıl gelsinler, gelemezler hacı, gelemezler. Biraz kuvvetlensinler, biraz palazlansınlar, ellerinde gagalarıyla (yiyecek) kapıya dayanıverirler hacı, ağlama emme, Yaradan bizi hiç unutur mu, bir kapıyı kapatırsa diğerini açar. Köyden ırak oturuyoruz, yiyeceğimiz bitti, senin gözlerin görmez oldu, çocuklarını mı bekliyorsun ölmek için, ölme hacı, ölme, ben sensiz ne yaparım?”
“Bu dünya bir handır, geleni geçeni çok olur. Kimi yarı yolda kalır, kimi şan şöhret alır, kimi dağlara, taşlara adını altın harflerle yazdırır. Biz hacı, biz kimiz sahi şu dünyada, kimin umurunda bizim yaşamamız, ölmemiz? Sahi kimin umurunda hacı, kalk kendine iyi olmaya bak, kimse ne güzel öldü demez, hayata sen asılırsan o seninle beraber olur, ipleri bıraktın mı düşüverirsin.”
” Mademki ki yaşamak sana layık görüldü, Allah tarafından, o zaman en iyi şekilde yaşamayı bileceksin.”
Derin derin bir sessizlik kapladı. Hiçbir yerden hiçbir şekilde haber alamıyorum. Kapalı bir yerde kapana kısılmış gibi, tüm zincirlerimden kurtulmak istiyorum.
Gözlerim bir ara dünyaya aralandı, yaşlı çiftin elleri ellerine sıkı sıkı kenetli gibi geldi bana, boş, manasız bakışlarına dikkat kesildim, ruh beden elbisesini terk etmiş mi ne?
Birileri yaşama veda ederken, birileri bu aleme yeniden doğuyor, kural bu…
Usulca gözlerimi araladığımda günlerdir baygın bir şekilde, yaşlı çiftin anlattıklarını dinlediğimi ve hepsini hatırladığımı fark ettim
Gün usul usul batmakta, soğuk iliklerime kadar işlemekte, benim dışımda kimse nefes almamakta, yer gök susmuş ağlıyor, derin bir sessizlik, ne de olsa buranın sahipleri hakka yürümüş…
Mezarları bile hazır…
Sabah ola hayrola…