Çektim içime tirşe ormanları,
Yeşil filin hortumundan,
Kayıp şehirlerin gölgesinde çöken.
Kaybolmuştu ayak izleri,
Keşfedilmemiş insanların,
Yeşilliğin birikintilerinde…
Yol açtım Vişnu’nun geçitlerine,
Kaybedip yolumu gamsızca,
Kubbeleri arasında Angkor Vat’ın,
Aradım yeraltındaki kayıp benliğimi,
Eski çağlarda yaşamış olan,
Kamboçya ormanlarında…
Islandım konuksever yağmurlarda,
Yeşil çocuklar yetiştiren,
Tanık oldum sararmış ölümlere,
Kabuksuz armağanlar götüren
Ahşap tepsilerde,
Ölmemiş şehirlere,
Kamboçya ormanlarında…
Uyudum maymunların kollarında,
Tutunarak sof sarmaşıklara,
Uyandım yılanların dilinde,
Atarak taşlaşmış derimi,
Kamboçya ormanlarında…
Dünya üzerinde, yeşilliğin en çok yakıştığı ve yeşilin adeta bir gizeme dönüştüğü yer olarak Kamboçya ifade edilebilir. Kamboçya’nın ormanlarında gezintiye çıkmak, yeşil bir filin hortumuyla yeşilliği tıpkı su gibi içine çekmek olarak hissedilebilir.
Muhteşem Kmer mimarisinin eşsiz timsali olarak ortada duran Angkor Vat ise, Kamboçya’nın tüm sırlarının ve tarihinin bir mozaik içerisinde sergilenmesi görüntüsü çizer tam anlamıyla. Bu antik şehirde, Buda’nın müritlerine yaktığı tütsülerin dumanı teneffüs edilir adeta.
Esrarlı yeraltı şehirlerine ve birçok kayıp tarihi hazineye ev sahipliği yapan Angkor Vat, sıra dışı bir ürpertinin eşlik ettiği, bitmesinin hiç arzulanmayacağı bir kadim serüvene taşır insanı. Bu serüven boyunca gezgin ruhlar, yeşilliğin her tonuna doymalarının yanı sıra, kayıp şehirlerin ve aynı zamanda kayıp benliklerinin de peşine düşerler.