– ‘‘Bir insan ne kadar sevebilir?’’ dedi ekrandaki güzel kadın.
– ‘‘Acı çekebildiği kadar, kanayabildiği kadar’’ dedi adam.
….
Kadının düşleri büyüktü. Kadının düşleri gökyüzü kadar sonsuzdu. Kadının düşleri bir okyanusun kıyısındaki kum taneleri kadar çoktu.
Kadın kendini bir zerre tanesi gibi hissediyordu düşlerinde.
Devasa bir boşluğa düşmüş, o boşluktan bir türlü çıkamıyordu. Çırpındıkça daha çok kayboluyordu ve kendini bir türlü kurtaramıyordu bu kabustan. Bir rüya değildi bu. En gerçek haliyle karşısındaydı, en acımasız haliyle yanı başındaydı. Ve kadın içine düştüğü bu esaretten kurtulmayı bekleyip duruyordu.
Bu kocaman boşluğun içinde bir sürü düş kırıklığı biriktirmişti.
Günlerin birbirine benzeyen, her anı birbirine bağlayan o zaman silsilelerinde kendini bitmez tükenmez bir savruluşun içinde buluyordu her seferinde.
Ve bu savruluşların sonunda kendinden hiçbir şey kalmadığını görüyordu. Bu tükenmişlik duygusunu bir türlü atamıyordu üstünden.
Ve ağlıyordu sık sık, hatta ağlayabildiği için şanslı hissediyordu kendisini. Çünkü akmayan gözyaşlarının insanın içinde ateş damlalarına dönüştüğünün farkındaydı.
Bazen gökyüzüne bakıyordu uzun uzun. Avuçlarında hissediyordu yıldızları. Tatlı bir tebessüm dökülüyordu dudaklarından. Ellerini uzatıyordu önündeki uçsuz bucaksız geceye. Sonra ağlaya güle yürüyor yürüyordu bir sonraki boşluğa.
Nihayet o çok beklediği sabah güneşi penceresinin camlarına ulaşıyordu.
…
Uzak iklimlerde tükeniyordu bir adam. Şiirler okuyordu rüzgara karşı, şarkılar mırıldanıyordu gecenin rengine dalıp dalı, yapayalnız geçen bir sürü doğum günü biriktiriyordu kimselerin bilmediği dünyanın unutulan bir köşesinde. Rutubetli küçücük odasında nereye baksa acımasız bir yalnızlıkla göz göze geliyordu. Attığı her adımda dönüp dolaşıp tekrar tekrar yalnızlığıyla çarpışıyordu.
Ve hep sol yanı acıyordu.
Pencerede üşüyen serçelerle titriyor, sabah güneşlerine vurarak yüzünü, paramparça uykular uyuyordu bomboş bir odanın herhangi bir köşesinde. Her uyandığında duvarlara çarpa çarpa bölünüyordu hayatının en acıyan yerinden. Hayat sanki her defasında o’nu en acıyan yerinden vuruyordu. Ve durmadan acımaya devam ediyordu en sol tarafı.
….
Bir gece yarısı sıyrılıp geldi kadın, bir çığlık gibi.
Kör bir kuyunun dibinde susuzluktan kurumuş dudaklarıyla çöktü sabahın kenarına. Sızladı tepeden tırnağa. Cümleleri hep biraz eksik, ünlemlerle ürperdi içi. Gönlünü söküp atmak istedi. Yolları yakmayı, dağları kurşunlamayı, kuşları kanatmayı istedi. Sonra ardına bile bakmadan koştu tüm insanlardan, yalnızlık kokan kalabalıklardan, binaları gökyüzüne ulaşmaya çalışan şehirlerden.
Sık sık okuduğu şiirlerin en acıtan kelimeleri arasında düşürdü sevincini. Yüklemsiz tümceler kaldı dudağında her seferinde. Bu yüzden cümleleri hep eksik olacaktı bundan sonra.
Bir yanı hep eksik…
….
Çobandı adam.
Dünyadaki tek varlığı 18 koyun ve birkaç keçiden ibaretti. Uçsuz bucaksız bir köyde yalnız yaşıyordu. Yapayalnız, devasa kör bir kuyuya benzeyen gecelerin içinde kaybolur kaybolur giderdi. Derme çatma, kerpiçten yapılmış bir evde küçük bir televizyondu tek dünyası. Tek bir kanalı vardı televizyonunun. Kendisini dış dünyaya bağlayan tek nesneydi bu. Bunun dışında kocaman hiçler arasında gelip geçiyordu ömrü. Nasır tutmuş elleri, uzun zaman önce bir yılanın ısırdığı aksayan bir sol bacağı ve kocaman gözleri vardı insanın içine işleyen. Sağdan soldan eline geçen eski gazete ve kitapları okumayı sever, bilmediği çok uzak yerlere gittiğini hayal ederdi. Kimsesi yoktu. Kimseyle dost değildi, kimseye düşman değildi. Çok küçük yaşlarda kaybettiği anne ve babasını hayal meyal hatırlıyordu. Kendini bildi bileli hep başkalarının yanında çalışıp durmuştu. Kazandığı parayı harcamayı bilmez, siyah bir poşetin içinde biriktirdiği paranın ne kadar olduğunu bile bilmezdi. Bir zaman sonra kazandığı parayla birkaç koyun ve keçi almış, artan kısmıyla köyün çok uzak bir yerinde derme çatma bir ev yapmıştı.
Akşamüzeriydi… Mevsimlerden yazın en kavurucu anları… Adam sürüsünü ağıla koyup ellerini yüzünü yıkadıktan sonra odaya girdi.
Her zamanki gibi televizyonunu açıp yorgunluktan bitap düşmüş bir halde hasırın üstüne devrildi.
Hayır uyuyamıyordu adam. Göz kapakları birbirine o kadar uzaktı ki şimdi. Adam o kadar uzaktı ki televizyonda başlayan filmdeki o masum bakışlı kadına. Her şey birbirine o kadar uzaktı ki. Bu uzaklık karşısında ürperdi adam. Bir süre sonra o da filmdeki sevimli kadına gülümsedi. Kah üzüldüler aynı şeylere, kah ağladılar. Bu birkaç saat sürdü. Sonra film bitti. Kadın gitti. Adam bir şeyini kaybetmiş gibi odada saatlerce dolandı durdu. Asırlarca aradı kadını. Pencere camlarına dayadı yüzünü. Kanadı… Kanadı.
Birkaç bin yıl daha geçti aradan. Kadın bir daha uğramadı o odaya. Sonra sabah oldu.
…
Oyuncuydu kadın.
Şöhretliydi. Onu tanımayan insan neredeyse yoktu. Henüz 20 yaşında Oscar ödülü alan ender oyunculardan biriydi. Gülebildiği ender zamanlarda çok güzel gülerdi. Çok güzel bakardı baktığı her şeye.
Sol yanağında minik bir çukur vardı. Her gülümseyişinde o çukurda ölmek isterdi o ana şahit olan herhangi biri.
Yalnızdı… sanki her gece bir yıldız düşerdi avuçlarına o yalnız kalmasın diye.
Kadın, dünyada sadece 9 tane üretilen özel üretim Lamborghini Veneno Roadster arabasına bindi. Yeni başlayacağı bir film çekimi için Amerika’ya gidecekti. Pek güneşi olmayan bir şehirde nedense güneş gözlüğünü takıp arabanın navigasyonuna Londra havalimanı yazdı. Sonra gaza bastı. Araba Londra caddelerinden havalimanına doğru hızla yol aldı.
….
Çok çok uzaklarda bir çoban unutamadı o kadını. Artık yalnız değildi. Artık hatırlayabildiği tek şey o bakışlar, o gülümseme, insanın içini ürperten o hüzünlü yüz. Bunun dışında her şeyi unutmuştu. Her şeyi…
Birkaç hafta önce doğan minik bir kuzuyu kucağına alıp o çok sevdiği şarkıyı mırıldandı. Defalarca, çıldırasıya, her kelimesinde biraz daha tükenerek.
Bir gün adam kasabaya indi. Kararını vermişti. Kasabanın hayvan pazarına gidip tüm koyunlarını ve keçilerini yarı fiyatına sattı. Sonra şehrin otobüs garına gidip İstanbul’a bir bilet aldı.
…
1985 doğumluydu kadın. Teddington School ve Esher College gibi okullarda eğitim görmüştü. Eğitiminin ilk yıllarında okuma ve yazma zorlukları çekmişti, disleksi hastasıydı.
Şimdi “Melekler Şehri” Los Angeles’ta idi ve Los Angeles İstanbul’a çok uzaktı.
…
Kadına yaklaşık 13000 km. uzakta olan adam İstanbul’a gelmişti.
Her şeyi unutmak için, yalnızlığına bir perde çekmek ve kalabalıklaşmak adına kendine yeni bir yol çizmişti. Aylarca inşaatlarda çalıştı, şehrin en ucuz mahallelerinden birinde iki odalı bir gecekondu kiraladı. Çalışmadığı günlerde kalabalıklara karıştı. Akşamları denizin kıyısında oturup martıların sesi altında gelip geçen gemileri izlerken kadını düşündü. Ay ışığının denize düştüğü zamanlarda dalgaların sesini dinlerken kadını düşündü. Gecenin geç saatlerinde yağmur damlaları altında yavaş adımlarla eve dönerken kadını düşündü. Ne kadar kalabalıklaşmak istediyse de bir türlü yalnızlığından vazgeçemedi. Tanıdığı bütün insanlara mesafeli durmaya başladı. Sadece o filmdeki kadın vardı hayatında. Sinema önlerinde saatlerce kadının afişlerine baktı. Kadının vizyona yeni giren filminin hemen hemen bütün seanslarını izledi. Her gün şiirler yazdı, her gün yazdığı şiirleri yırttı, yabancı dil kurslarına gitti, bir gün kadınla karşılaşmak ümidiyle İngilizce öğrendi .Bir gün kurs hocasına:
– Los Angeles buraya çok uzak mıdır? diye sordu.
…
Kadının her şeyi vardı ama hiçbir şeyi yoktu. Sürekli içinde bir boşluk hissediyordu. Sadece filmlerde ara sıra mutlu kadın rolü oynuyordu. Hepsi o kadar.
Sonra bir gün bir müzisyenle tanıştı. Bir kaç ay sonra İstanbul uçağıyla Los Angeles’a gelen aksak bir adamın uçaktan indiği saatlerde; Paris’te o müzisyenle sade bir düğünle evlendi. Ama aksanlı İngilizcesiyle cümleleri hep eksik oldu kadının.
Bir tarafı hep eksik…
…
Adam Los Angeles sokaklarında kayboldu.
Gündelik işlerde çalıştı. Birkaç kez kapkaççılara parasını kaptırdı. Sokak serserilerinden dayak yedi. Çoğu zaman aç kaldı. Yürüdüğü her caddede kadından bir iz aradı. Yağan her yağmurda onunla aynı anda ıslanmayı, aynı gökyüzüne bakmayı, aynı şeye inanmayı diledi.
Ama kadın ateistti. Ve hiçbir şeye inanacak hali kalmamıştı kadının.
Oysa bir sevdanın kanatlarına takılıp her şeyi ardında bırakarak gökyüzünde kaybolmayı o kadar çok isterdi ki… Bir şeylere inanarak.
Bir şeylere aldanmaya bile razıydı. Yoksa bu boşluk onu yutacaktı.
Kadın Ateistti, Tanrı’ya inanmıyordu.
Adam ise sadece kadına inanıyordu.
Ve 2 yıl sonra kadın sessiz sedasız boşandı bir zamanlar çok sevdiğini düşündüğü o müzisyenden.
…
Adam bir kitapçıda iş bulmuştu.
Çalışmadığı zamanlarda sürekli kitap okuyordu.
Tutuklanıp hapsedilen ve hükumete karşı ihanetten yargılanan eski Bolşevik Rubashov’un hikayesinin anlatıldığı Arthur Koestlerin (darkness at noon a novel)’ını, okudu önce.
Amerika’da 1930’lu yılların ekonomik kriz dönemlerinin ve insanlığın dramının etkileyici bir dille anlatıldığı, Joad ailesinin özelden genele yansıyan hikayesini derin bir bakış açısıyla irdeleyen ve bunun yanı sıra emekçi insanları konu alan, dünyanın önde gelen ve en çok okunan klasiklerinden biri olan ve bir dönem bazı bahaneler üretilerek yasaklanan Steinbeck in (grapes of wrath)’ını okurken son birkaç sayfada gözyaşlarına hakim olamamıştı.
Amerika’nın küçük bir kasabasında yaşayan beş farklı insanın (Sağır bir kuyumcu, bir genç kız, siyahi bir doktor, bir lokantacı ve bir gezgin)in yalnızlığının anlatıldığı ve buna paralel olarak karakterlerin üzerinden ırkçılık ,gelir eşitsizliği, yoksulluk gibi konuların ele alındığı Carson McCullers in (the heart ıs a lonely hunter) kitabını ise bir çırpıda okumuştu.
Şimdi, belki de dünyanın en güzel aşk romanlarından biri olarak gösterilen Jane Austen in (pride and prejudice) eserini okuyordu.
…
Adam 17 milyonluk o şehirde kadını görme umudunu hiçbir zaman yitirmedi. Çalıştı, okudu. Cadde cadde dolaştı, okudu. Mağaza camlarının önünden bir hayalet gibi geçti, Lunaparklara gitti, çocuklarla basketbol oynadı ve okudu okudu. Son zamanlarda sol gözünde bir görme problemi baş göstermişti. Doktor dereceli gözlük vermişti. Artık gözlük takmadan sağlıklı göremiyordu hiçbir şeyi. Kendi kabuğuna çekilmiş ve sessiz sedasız bir şekilde günlerini geçiriyordu.
Yaklaşık üç yıl sonra bir gün mağazanın açık televizyonunda kocaman puntolarla ‘‘breaking news’’ yazıyordu. Ve altında şu açıklama geçiyordu:
‘‘Ünlü aktris K…. geçirdiği elim trafik kazasında hayatını kaybetti.’’
Ekranın sağ kenarında kadının gülümseyen, en güzel resimlerinden biri vardı.
Adam televizyonun karşısında donmuş bir halde kadının gülümseyen resminden gözlerini alamadı.
İki damla gözyaşı döküldü göz bebeklerinden. Adam sağ eliyle ıslanan yanaklarını silmeye çalışırken kolları titriyordu.
…
Adam bir süre sonra çalıştığı kitapçıdan ayrıldı. Kadının mezarının defnedildiği ülkeye doğru yola çıktı.
Burası güneşe alışkın adama çok yabancı başka bir ülke, başka bir gökyüzü, başka bir iklimdi. Çünkü bu ülkede güneş diye bir şey neredeyse yoktu.
Adam kara bulutların altında her gün ıslandı. Yağmur damlaları gözyaşlarına karışıyordu. Zamanının çoğu mezarlıkta geçti. Saatlerce dikili bir taşın kıyısında oturup derin düşüncelere daldı. Kadının mezarının üstünde her gün getirip bıraktığı bir sürü solgun çiçek birikti.
…
Birkaç yıl sonra adam köyüne döndü. Çok uzun yıllar geçti aradan. Saçları kırlaştı, Yüzü bir karış sakal ve derin kırışıklıklara yenildi.
Adam bir daha hiç kimseyi sevemedi. Bu yüzden hiç evlenmedi. Yeniden çobanlık yapmaya başladı. Dağ dağ , bayır bayır, yayla yayla dolaştı. Ve ölene kadar kadını bir an olsun unutamadı.
…
Bir akşam küçücük televizyonunda kadının eski filmlerinden birine denk geldi.
Kadın:
– ‘‘Bir insan ne kadar sevebilir?’’ dedi.
Adam sanki soru kendine sorulmuş gibi:
– ‘‘Kanayabildiği kadar’’ diye fısıldadı.
– ‘‘Siz hiç kanadınız mı?’’ diye tekrar sordu kadın.
Adam sırtını televizyona dönüp olduğu yere çöktü. Yüzünü avuçlarının arasına aldı..
Oda çok sessizdi. Zar zor duyulan bir hıçkırığın sesi bozdu o sessizliği. Loş odada pek bir şey fark edilmiyordu. Galiba ağlıyordu…
Romantizmin saçma tesadüflerinden biri yaşanacak ve adam kadına ulaşacak sandım. Realizmin sert tokatiyla karşılaşması daha yerinde olmuş. Güzel hikaye.. Soluksuz okudum. Tebrikler Bakır bey.