1970’li yılların Mardin’de, çocukluğumun sıcak mahalle kültüründe bir akşamüstü evime dönerken karşılaştığım bir olay beni derinden etkiledi. Homeros’un söylediği gibi: “Kötü olsa bile kötü davranamam bir yabancıya.” Peki, bu sözün, insan ilişkilerindeki gücünü ne kadar hatırlıyoruz?
O gün, uzaktan iki adamın tartıştığını gördüm. Adamın biri, oturduğu doğuya özgü küçük tabureyi kaptığı gibi karşısındakine saldırmaya başladı. Çevreden gelenler sadece ayırmakla kalmadılar, aynı zamanda sandalyesiyle saldıran adama çıkıştılar. Yanlarına yaklaşıp konuşmalarını duyduğumda şu cümleler dikkatimi çekmişti: “Bu adam yabancı, ona saldırmaya utanmıyor musun? Gücünü bir yabancıyla mı sınayacaksın?”
O anlarda, kimin haklı ya da haksız olduğuna dair tek bir kelime edilmedi. Sadece karşı tarafın yabancı olması yeterliydi.
Mardin, o yıllarda göç almayan ve bir nevi kapalı bir toplumdu. Bu yüzden herkes birbirini tanırdı ve yabancılar hemen fark edilirdi. Mahalle kültürü güçlüydü; mahalle gençleri, mahallede dolaşan yabancı birine ne aradığını sorarlardı. İnsanlar arasındaki güven o kadar yoğundu ki yaz aylarında ev kapıları genelde açık tutulurdu; dışarıdan görünmesin diye bir tül perde asmak yeterliydi.
Mardin’de birbirini tanıyan insanlar arasında kök salan güven duygusu, sınırlar ötesinde de yankı buluyordu. 1973 yılında Suriye’nin Kamışlı ilçesine yaptığımız bir ziyarette dayımla yaşadığım bir anı, bu bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha göstermişti. Dayım Kamışlı ilçesinde yaşıyor ve odun fırını işletiyordu. Fırınlar, devlet eliyle dağıtılan unlarla belirli bir kota kapsamında ekmek pişirirdi. Unlar öğleye kadar bitiyor ve fırın kapanıyordu. Devlet un satışını tekeline almıştı. Dolayısıyla çarşıda pazarda un satılmıyordu. O gün fırın kapanırken dayımın oğlu kepengi kilitlemedi. Şaşkınlıkla sordum:
– Neden kilit vurmuyorsun?
– Burada eman var, dedi, “Emniyetli bir belde burası. Hırsızlık olmaz.”
Bu anılar, Doğu kültüründe yabancıya verilen değeri ve güven duygusunu hatırlatıyor. Yabancı, kültürümüzde Tanrı misafiri olarak görülür ve korunurdu. Garip gözlerle dolaşan bir yabancı, genelde yardıma ihtiyacı olup olmadığını soran birisiyle karşılaşırdı. İster sokaktan bir esnaf olsun, ister sıradan bir vatandaş; tarif edemeyeceği kadar karmaşık bir adres için dükkânını bile kapatıp yabancıyı götüreceği yere kadar eşlik ederdi. Doğunun hemen hemen her yerinde buna benzer misafirperverlik örneklerini görmek mümkündü.
Günümüzde artan göç hareketliliği ve çeşitlilik içeren büyük şehirlerin ortaya çıkışı, toplumsal değerlerimizi yeniden sorgulamamızı zorunlu kılıyor. Ekonomik çıkarların peşinden koşarken, insanlık onurunu ve adil ticaret ilkelerini göz ardı etmemek büyük bir sorumluluk gerektiriyor. “…Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, Îmân, 164) hadisi, samimiyetin ve dürüstlüğün insan ilişkilerindeki yerini güçlü bir şekilde hatırlatırken, yabancılara yönelik haksızlıklar yalnızca bireysel ahlakımızı zedelemekle kalmaz; aynı zamanda kültürel kimliğimizi ve inançlarımızı da derinden sarsar.
Güven ve samimiyet, toplumların ortak dili ve huzurun temelidir. Bugün, beton yığınları ve hızlı yaşamın karmaşası arasında kaybolan bu değerlerimize yeniden sahip çıkmak, geçmişe duyulan nostaljik bir özlemden öte, geleceğin daha insanca şekillenmesi için bir zorunluluktur.
Geçmişte mahalle kapılarından sokaklara taşan o sıcak insanlık ilişkilerini, apartmanların soğuk duvarları arasında yeniden yeşertebiliriz. Bunun yolu, dini bayramlarda komşularımızı ziyaret etmek, komşularımızın iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmak, tanımadığımız birine yardım elini uzatmak ya da bir ihtiyaç sahibini fark edip destek olmakla başlar. Toplumsal barış, bireyin küçük ama anlamlı adımlarla başlattığı bir empati ve dayanışma yolculuğunda şekillenir.