Bir gün daha kısaldı ömür diye yürüdüğümüz yoldan, her adımda ayrı bir hikaye takılıyor ayaklarımıza. O hikayeler bugün de hür olacaktı, dünde kalan her gün gibi. Anı olacaktı, belki de dili geçmiş zaman ekinin bolca harmanlandığı övgü dolu sözler eşliğinde, sergüzeşt bir edayla anlatacaktı başkaları veyahut üstünü kapatacaktı özenle ve biz o anlatının neresindeydik?
Yaşamın mimarıyız, yazıcısı O’…
Osmanlı döneminde yapılan ihtişamlı kapılar gelsin aklınıza. Her bir detayına ahşap oyma sanatının işlendiği kabartmalar ile görsel şölen şeklinde, başka hayatlara açılan o kapılar, sırlarla bezenmiş bir çok yaşanmışlığa şahitlik ediyordu, tarih gibi. Tarihte sır demek değil miydi?
Mesela; sıkça duyduğumuz sözler vardır, adı duyulduğunda ağzından çıkan her bir kelimeye şapka çıkardığımız tarih bilimcilerden duyduğumuz sözler. Şöyle der çoğu, “Şimdiki kitaplarda yazılanlardan çok daha farklıydı Tarih”…
Peki o denli farklı ise anlatılan ve ısrarla öğretilmeye çalışılanlar da neydi?
Bunu sorgulamak lazım…
Hayat ilahi güç tarafından bize bahşedilmiş bir evre ise onu hükmüne layık olduğu şekliyle idame ettirmek gerekliydi.
O nedenledir ki insan yaşamının her döneminde sorgulamaktan ve doğruyu arama cesaretinden kendini men etmemeli. Bu düşünceyi eyleme dönüştürmek ise söylendiği kadar zor değil, her yazılıp çizilene inanmama özgürlüğüne sahip olduğunu bilmekle başlayabilirdi…
Çünkü koşmak isteyenler, önce küçük adımlarla tutunarak ve düşe kalka öğrenirdi yürümeyi.
Yeter ki kapıyı çalmayı bilelim, gün geldiğinde sırlar ve kapılar istisnasız ardına kadar aralanır…