“Kara kediyle karşılaştığında kuş görene kadar saçını tut.”
Çocukluğum lanetle başa çıkma çabalarından biriydi bu. Çünkü; toplum bize böyle öğretmişti. Toplum her zaman haklıydı. Her zaman geçmişi daha iyi bilen bir taraftı vardı. Toplum derdi ki; siyah kedi uğursuzluk getirir, saçını tut. Toplum derdi ki, kuşların kanatları iyiliği temsil eder, uğursuzluğu götürür; kuşu görünce saçını bırak.
Çocukluğum bu batıl inanca dayanarak geçti. Her siyah kediyi gördüğümde saçımı tuttum ve havada süzülen bir kuş görene kadar da bırakmadım. Hayatın bana iyi getirileri yoktu. Şanlı bir insan değildim. Bu nedenle olabildiğince lanetleri üstümden atmaya çalıştım. Siyah kedi gördüğümde yolumu değiştirdim, tüylerinden biri üstüme düşer diye onları sevmedim bile.
Diğer renkteki kedileri severken onlar hep bir köşede beni izlediler. Yanıma yaklaşmak isteyen oldu ama asla izin vermedim. Ellerimi diğer kedilerin üstünden çektim ve arkama bakmadan oradan uzaklaştım.
Diğer renkteki kediler siyahlara göre daha asiydi aslında. Elimi tırmalayıp kanamasına sebep olurlardı. Ya da sivri ve keskin dişlerini avcuma geçirip derimi soyarlardı. Bunları hep görmezden geldim. Sonuçta onlar bana laneti getirmiyordu. Toplum bana böyle öğretmişti.
Yıllarım onlardan uzak yaşayarak geçti, gitti. Hayatın devamlılığını sürdürmek ve evde kalmış kalıbını bana yaftalamamaları için evlendim. İlk aylarda da mutlu bir evliliğim vardı. Bana ve çevreme o şekilde lanse edilmişti. İlerleyen zamanlarda ben o kategoriden çıktım. Yüksek sesli konuşmalara maruz kaldım. Bu yüksek sesli konuşmalar yerini hakaretlere bıraktı. Hakaretlerin de ömrü tükenince eller yukarı kalktı. İlk günler bir kez indi o eller, ikinci günün sonunda ikiye üçe katlandı. Vücudumda oluşan morluklara da gül adını verdim. Adı morluktu ama rengi kırmızıydı, gülün de adı güldü ama sivri dikenleri vardı. Gülün dikenlerine dikkat ederken, gülün rengine sahip oldum. Ama yine de sustum. Çünkü mağdur ben olsam da toplum evliliğine sahip çık dedi. Toplum her zaman haklıydı.
Laneti getirmesin diye tuttuğum saçlarım tek tek yolundu. Gökyüzü kuşlarla doluydu halbuki. Yüzümdeki güller soldukça gözyaşlarımla suladım, yerine yenileri açtı. Artık tüm vücudum güllerle kaplıydı. Neyse ki dikenleri yoktu. Dikenler başka birinin elinde bitiyordu. Ona da alıştım.
Ansızın bir gün ayaklarım beni dışarı sürükledi. Nefes alırken burnumun titrediği evimden uzak bir yere gittim. Sokak lambaları güneşten nasibini aldığı kadar aydınlattı yolumu. Hava soğuktu, ellerim üşüyordu. Bencildi güneş, beni ısıtmaya gücü yetmiyordu. Kıçımı üşüten bir banka oturdum. Etrafımdaki sessizliği gözlerimi kapatarak ruhuma dinlettim. Sonra ruhumun dikkatini dağıtan bir miyavlama sesine açtım gözlerimi. Simsiyah tüyleriyle karşımda duruyordu. Önce yaklaşmadı, beni izledi. Vücudumun kitlendiğini hissettim. İlk defa bu kadar yakınıma gelmişti. Bankın üstüne çıkarak mesafeyi azalttı. Nefesimi tutmuş onu izliyordum. Kocaman sarı gözleriyle beni süzdü. Ön patilerini koluma dayadı. Artık vücudum zangır zangır titriyordu. Derken birbirine kenetlediğim ellerimin üstüne oturdu. Göbeğin altından kan akışımın durduğunu tahmin ediyordum. Birkaç kez gözlerini yavaş yavaş açtı kapattı. Ardından elimin üstünde uyuya kaldı.
Bense gözyaşlarımı dindiremiyordum. Korkudan ya da mutsuzluktan değildi sebebi. Ellerimin ısınmasıydı.