Karadeniz Gezi Notlarım

Nezihat Keret 412 Görüntüleme 1 Yorum
12 Dak. Okuma

Yıllardır yaptığım gibi bu sene de erteleyecektim. Ama ertelersem, Ordu’nun dereleri yukarı doğru akmaya başlayacaktı. Yok artık, demeyin! Şu an radyodan tam da bu sözler akıp geçiyor. Akışa mâni olmak yakışır mı? Yakışmaz, gidip görmeli. Zaten çoktan vakti gelmişti. Heybetli ormanlar dünya gözüyle görülmesi gerekirken ve bunca yıldır beni çağırırken davete icabet etmek gerekirdi. Radyoda çalan parçanın tesirinden olsa gerek, rotamızı bir anda Akdeniz’den Kuzeye çevirdik. Ne alaka, demeyin. Çünkü öyle bir şey olmadı. Acele de olsa gezimizin genel hatlarını bir hafta öncesinde çıkarmıştım. Planla, Uygula, Kontrol et, Önlem al… Kısacası PUKO döngüsü, hayatı yaşayış şeklim… Her ne kadar arada bu döngüden çıkmayı yeğlesem de, rutin hayatıma döndüğümde, kendimi tekrar içinde buluyorum. Bu bir tercih aslında. Hayatımı çoğunlukla kolaylaştırıyor. Elbette bazen dezavantajları olmuyor değil. Ama bunun kontrolünü elimizde tutabiliyorsak ve dengeyi sağlayabiliyorsak asıl başarı burada.

Bayram tatilinin kısa olması sebebiyle Karadeniz’i ne yazık ki bir uçtan bir uca arşınlayamasak da, doğanın kokusunu içimize kadar çekip aylar sürecek oksijen ihtiyacımızı tek bir solukta depolayacaktık. Nasıl güzel bir detokssun sen öyle, ey mistik doğa! Düzeltemediğim her eğriliğin hatrına birer abide gibi dikilmiş iğne yapraklı çamlar… Renkleriyle büyüleyen köknarlar, kayınlar… Nasıl güzelsiniz, ne çok nemli özlemlerle dolusunuz.

Gezi programlarını incelediğimde mutlaka gidilmesi gereken yerler arasında; Sümela Manastırı, Uzungöl ve Ayder yaylası vardı. İlk ikisini görebilme fırsatımız oldu. Ayder yaylası yerine Ordu’daki Perşembe yaylasını görmeyi tercih ettik, orada verdiğimiz anlık bir kararla. Daha sakin ve bakir bir güzelliğe sahip olmasından mütevellit. Ordu ve Trabzon’un yanı sıra planlamaksızın Giresun ve Rize şehirlerini de turumuza dahil ettik. Trabzon Akçaabat köftesini yemeden, Rize’de Çaykur Çay Bahçesi’nde semaver keyfi yapmadan, Hamsi köyde hamsi sütlacının tadına bakmadan dönerseniz bir şeyler eksik kalacaktır gezinizde. Bizim kaldı. Hamsi köye uğrayamadık. Sorun mu elbette değil, bu da bir sonraki seyahatimizin keyiflerinden biri olarak bizi çağırsın oralara.

Dağların başını okşayan bulutlar, hırçın akan çaylar, yamaçlara boyanmış yeşiller, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, gizemli sisler gezimin asıl teması oldular. Fakat yine de, bunca senedir niye gitmedim diye hayıflanmak aklıma gelmedi. Neden mi? Cevabı çok basit. Anı yaşadım çünkü doya doya. Konfor alanınızdan çıkıp sizi neyin beklediğini bilmeksizin ağaçların içine dalmak ve onlarla bir bütün olmak. “Akışa kapılmak” değil de akışın içinde olmak gibi bir şey hissettiklerim. Hatta öyle anlar oldu ki, yaşamın tüm eğriliklerini ve çirkinliklerini geride bırakıp kaybolup gidecek kadar etkin adımlar attım. Havanın arada yağışlı olması, Karadeniz’i layıkıyla yaşamamı sağladı. Islandık, kuruduk. Su geçirmeyen yağmurluk ve bot giymiş olmanın avantajını yaşadık.

Ordu’dan Rize’ye kadar devam eden sahil yolunu kullandık. Hayatımda yaptığım en huzurlu yolculuktu diyebilirim. Bir tarafta yemyeşil yamaçlar, bir tarafta olanca ihtişamıyla Karadeniz. Elbette yerleşim yerleri; şehirler, ilçeler kıyı şeridi boyunca denize nazır kurulmuşlardı. Şaşırdım mı, şaşırmadım. Fakat yüksek katlı binaların yerine, daha otantik, doğayla bütünleşik ve ahenkli yapıların olmasını arzulardım. Karmaşık ve gözü yoran yapılaşmadan ziyade, bahçeli ve tek katlı evlerin olması, renklerinin de kahve tonlarında olmasını yeğlerdim. Ancak gördüğüm yapılar birbirleriyle uyumlu olmayan tonlarla, uzunlu, kısalı boylarıyla, ahenksiz mimarileri ile sırıtıyorlardı. Gezdiğim yerlerde iri cüsseli beton yığınlarının üzerine giydirilen kostümler hep dikkatimi çeker. Keşke derim birçok kez; “Şehirlerin silüeti, doğanın dışladığı bir görüntüden ziyade onunla barışık bir tasarımla bize göz kırpsa.” Siz hiç ormanlara (insan eliyle yapılmamış doğanın görselliğine) baktığınızda gözünüzü yoran bir detayla karşılaştınız mı ya da keşke şu ağaç orda olmasaydı da onun yerine başka bir ağaç olsaydı dediğiniz oldu mu? Benim olmadı. Yeşilin her tonuyla, renk cümbüşünde olan dağları seyre dalmak akışın kendisi olmak değil de nedir? Baktıkça bakasım geldi Karadeniz’in efsunlu doğasına; meğer huzurun adresi burasıymış. Çaylar, dereler renk cümbüşüne eşlik eden doyumsuz manzaralar oluşturuyordu. “Seyir zevkine doyamadığın evler gördün mü,” diye soracak olursanız, Trabzon’un Akçaabat ilçesinde tarihi dokusu korunan Orta Mahalle dışında hemen hemen hiç derim. Burayı hariç tutuyorum çünkü Arnavut kaldırımlı sokakları, Osmanlı dönemine ait konakları ve çeşmeleri ile tarihi mahalle görüntüsüyle beni cezbetti. Burası Roma ve Bizans gibi farklı medeniyetlerin de izlerini taşıyormuş. Detaylı gezemedik bu bölgeyi. Bu da bir sonraki gezimizin amaçlarından olsun diye ferahlattık içimizi. Mahalle adeta yağlı boya bir tabloyu andırıyordu tıpkı tropikal ormanlar gibi…

Ara ara şunu düşünürüm. Yüzyıllar sonraki nesiller, yirmi birinci yüzyıla ait bina kalıntılarını bulduklarında ne düşünecekler acaba? Belki de o yıllara ait tarihi ve estetik değeri olan hiçbir esere rastlanamadı gibi cümleler kuracaklar. Çağımızın estetik ve mimari algısını sorgulayacaklar. Ya da düşünmeye pek değer bulmayacaklar. Kim bilir? Tarih ve doğa vazgeçilmezim. Neredeyse birçok yazımda bu hususlara ufak dokunuşlar yaparım. Okuyanlar bilir. Neyse konuyu dağıtmayayım. Geziye devam edecek olursak, Maçka ile Sümela Manastırı arasındaki yol etrafındaki güzelliklerle muhteşemdi. Böylesi eşsiz bir doğayı daha evvel hiç görmemiştim. Tarihin en eski yapılarından olan ve “Meryem Ana” olarak anılan manastır yolu muhteşem doğası ve bitki örtüsü ile inanılmazdı. Manastıra belli bir mesafede aracınızı bırakmanız gerekiyor. Tırmanış için minibüse biniyorsunuz ücret karşılığında. Yaklaşık üç beş dakika süren yolculuk sırasında büyülenmemek mümkün değil. Göğe ulaşmaya çalışan çamların asaleti ile nutkum tutuldu. Yürüyüş yolunda ise nefesim kesildi. Ben ömrü hayatımda böyle bir güzellik görmedim. Tıpkı bir film sahnesini andıran geniş yapraklı bitkilerin, tropikal ağaçların arasından, şakır şakır yağmur eşliğinde, uçurumlarla aramıza cesaret bariyeri koyan sis bulutları eşliğinde zirveye ulaştık. Havanın o gün çok yağışlı olması manastırın tamamını uzaktan görebilme şansımızı yok etmiş olsa da, bunu hiç dert etmedim. Bilakis mutlu oldum, çünkü böylelikle gizemli bir yağmur ormanı yürüyüşünü hem tekinsizlik hissi hem de yüksek adrenalin eşliğinde tamamlamış olduk. Manastır nasıl bir coğrafyaya kurulmuş, inanamazsınız. Sayısız odalardan oluşan Sümela’nın en dikkat çekici yanı kanaatimce, bir adım attığınızda şakır şakır yağmurla sırılsıklam olurken, manastır bölgesinde bir damla ıslanmıyorsunuz. İnzivaya çekilmek için günümüzde yapılan seyahatlerin benzeri bir kaçış yeri gibi adeta.

Doğanın sanatsal çalışmasının masalsı uzantısıydı, Uzungöl. Sabah kahvaltımızı yapmadan erkenden yola çıktık. Öğleden sonra hayli kalabalık olduğuna dair okuduğum yorumlar etkili oldu bunda. Her mevsim ayrı güzelmiş, hatta derlermiş ki ölmeden önce mutlaka görülmesi gerekirmiş. Ormanların içinde saklı bir cennetmiş. İşte böyle pek çok övgüye layıkmış. Kanaatimce hakkında söylenenler az bile kalır, yerli yabancı turist yoğunluğuna aldırmazsanız tabii ki. Sanki Karadeniz’in tüm ağaçları toplanmış suyun derinliklerinden bana gülümseyerek bakıyor gibiydiler. Uzungöl denilince akla ilk gelen Gölbaşı Camisi. Gölün sembolü olan bu camii onunla özdeşleşmişti. Dar ve dik rampalardan arabayla tırmanma konusunda cesaretli iseniz fotoğraf çekimlerini bu bölgelere saklayın derim. Hem gölü panoramik açıdan seyredebilir hem de çeşitli kahvaltı mekanlarını keşfedebilirsiniz. Yöreye has lezzet deneme konusunda meraklı olanlara, mıhlamanın tadına bakmayı öneririm. Bana biraz yağlı geldi ama. Rutin kahvaltıda tercih edeceğim bir tat değil. Fakat denemeden bu bilgiye sahip olamazdım.

Bahar kokulu Uzungöl’e tepeden bakabileceğiniz bir başka yer de Seyir Terası. Buraya gölden yürüyerek çıktık. Kalp sağlığı için adım atalım, değil mi? Ormanla iç içe olmuş ve gözlerinizi kamaştıran güzelliğe baktıkça doyamıyorsunuz. Hava’nın ne güneşli ne de yağışlı olmaması, fotoğraflarda hiç ışık ayarı yapmadan veya telefonun ıslanma riski olmadan müthiş kareler yakalamanızı sağlıyor. Bir gün evvel sırılsıklam ıslanırken o gün gölün etrafında turlamamıza rağmen bir damla ıslanmadık. Uzungöl’e erken gelmemiz ise doğru bir karar olmuştu, zira dönüş yolunda karşı şerit neredeyse kuyruk halindeydi.

İki gün süren Trabzon, Giresun ve Rize gezisinden sonra Ordu’ya geldik. Hem büyük bir kent hem de şipşirin. Teleferik korkumu yine aşamadım, tüm ısrarlara rağmen. Boztepe’ye çıkmadan bu şehri gezdim demeyin. Araba ile de çıkılıyor. Otopark sorunu yok. Yöresel ürünler satan satış yerleri de mevcut. Fındık ezmesi almadan dönmeyin. Ballısı, kakaolusu, sadesi… Tercih sizin. Manzarası için hiçbir şey yazmayacağım. Gidin, görün. Biraz merak, iyidir. Ünye ve Fatsa’nın da kendilerine özgü dokusu vardı. Yaşayanların ömürlerine ömür katan yerler vardır ya, buralar tam da öylesi güzellikteydi. Yeşil, mavi ve oksijen… Üçü bir arada, daha ne olsun!

Hoynat Adası da gezdiğimiz yerler arasındaydı. Perşembe kıyılarında bulunan ve küçük bir adacık olan Hoynat Adası martı ve karabatak kuşlarının yaşadığı kuş cennetiymiş. Hatta tepeli karabatak cinslerinin ülkemizde yuva yaptığı tek yermiş. Bu adanın, Fenikeliler zamanında halkın alışveriş yaptığı bir pazar yeri olarak kullanıldığını okudum tanıtım levhasından. Yason Burnu ise gördüğümüz bir başka yer oldu, Ordu’da. Karadeniz sahili boyunca üzerinde kilise olan tek yarımada özelliğinde olan bir burunmuş. Yason kilisesinin yanında ise geçmişte aş evi olarak kullanılan bir yapı vardı. Şu an restorasyon aşamasındaymış.

Altın post efsanesinin yaşandığı rivayet edilen Yason Burnu da gezimize zenginlik katan özel bir yer oldu. Bu efsaneyi internet üzerinden araştırıp okuyabilirsiniz. Biz buraya gelirken böyle bir mitolojiden habersizdik. Orada ejderha yapılı kuşlarla karşılaşmadık. Ama bir beklenti ve arayışla gelseydik neyle karşılaşırdık bilmiyorum. Tek bir amacımız vardı anı yaşamak ve keyfini çıkarmak. Öyle de oldu. Havası bol oksijenli. Biraz durun yarımadada. Fotoğraf çekmek için ideal bir ortam. Yol kenarında marul, ısırgan, melocan, kivi, mısır unu, tereyağı… gibi ürünler satan bir teyze görürseniz benden selam söyleyin. Kivilerin mevsimi geçeli aylar olsa da o yöreye ait farklı bir aroması vardı. Isırgan otundan ve melocandan bahsetmeden bu yazıyı tamamlamak olmaz. Her ikisini tatmamış olanlar varsa mutlaka deneyin. Melocan ismine de bayıldım doğrusu. Çok şeker değil mi?

Bayramlarda seyahat etmek, meşakkatlidir. Özellikle araba kullanıyorsanız. Yanınızda yiyecek ve içecek bir şeyler mutlaka bulunmalı. Hele ki, yedi saatlik yol on iki saatte kadar uzamışsa. Neyse ki, Çorum’dan leblebi almıştık da onu atıştırdık. Ordu’dan aldığımız fındık kreması ile Trabzon Vakfıkebir ekmeğimiz de vardı bagajda, kısacası aç kalmadık.

Ve bir gezinin daha sonuna geldik. Farkındaysanız Perşembe yaylasından hiç bahsetmedim. Onu da sonra anlatırım. Ya da anlatmam. Çünkü bazı şeyler anlatılmaz, yaşanır…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
1 Yorum
  • Kalemine sağlık ablacığım. Tekrar tekrar okudum. Ordu’da yaşayan biri olarak anlattığın birçok şeyin farkında olmadığımı farkettim. 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version