Ne güzel söylemiş Halil Cibran: “Karıncanın çalışkanlığını övmek için, cırcır böceğinin şarkılarını kötülemek ne bayağı bir davranış…”
Çocuk halimle, her okuduğumda cırcır böceğine üzülürdüm. Bir kimseyi ölüme terk etmeyi haklı kılan nedeni kavrayamazdı mantığım. Her defasında, içim sıkılır ama bir cevap da bulamadığımdan saklardım o hikâyeyi. Başka meşguliyetlere sarılır ve zihnimin atıl bir bölgesine atardım. Hatta kendimi kusurlu sayardım. Çünkü herkes gibi düşünememenin, eleştirel bir yanının olduğunu çok erken dönemlerimde öğrenmiştim.
Peki siz, kalabalıkların içindeki cırcır böceklerini görebildiniz mi hiç? Hani şu yanlış yaptıkça omuzlarından o çukurun içine daha çok bastırılan. Nasıl iyi olduğunu anlatmaktan yorulan karıncaların, bir de arka plana cırcır böceğini alarak, kendilerini parlatmalarına aşina mısınız? Hele siyah fonun önünde hatıra fotoğrafı çekilen köylü gururu yok mu? Göğsünü kabarta kabarta yaptıklarını pazarlarken, açtığı şapkasına toplarken aferinlerini siz de palyaçonun kahkahalarını duymuyor musunuz? Yoksa, yine ben mi farklı düşünme hastalığına yakalandım?
“Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir,” demiş Sâdi Şirâzî (Bu sözü Kelile ve Dimne’ye dayandıranı da gördüm.) Karınca hiç bilemedi cırcır böceği olmayı, cırcır böceği de hiç tatmadı karınca kafasıyla bir ömür inşa etmeyi ve kimse oturtup konuşturmadı beraberce ikisini. Sonuç olarak ayrışıp birbirini hor gördüler. Toplumun gerisi de bu olanları onayladı.
Ya bir mevsimlik değişselerdi bu iki canlı hayatlarını, nasıl olurdu? Bana sorarsanız hikâye yine aynı sonla biterdi. Bu sefer de karıncaya üzülürdük. “Gerçekten insan çok zalimdir, çok nankördür,” (İbrahim Suresi 34. Ayet) diye Kur’an’da bile geçerken, içimizdeki o siyah noktayı görmezden gelemeyiz. En çok da bu yüzden karşımızdakileri anlamaya çalışmalıyız, daha merhametli olmalıyız diyoruz. Durduğumuz farklı noktalar bizim kim olduğumuz kadar kim olmadığımızı da belirliyor.
Mayası aynı hamurları farklı olanlarız biz. Sonrasında şekiller verip hayat fırınında pişiriliyoruz. Ardından da dünya denen vitrinde boy boy pazarlanıyoruz. Cırcır böceği dile gelseydi şöyle demez miydi?
“Sen, benden farklı zannediyorsun sonuçta kendini. Ama ben görüyorum benim düştüğüm çukurlara nasıl senin de içinin gittiğini. Şartları aynı olmayan iki insanın elbette yaşamları farklı olacak. Fakat senin “ben” deyişin yok mu, buradan bakıyorum da benim çukurdan daha büyük duruyor. Sürekli seni içine çekiyor.”
Daha ne çok söylerdi de merhumun ömrü yetmedi. Birtakım kişiler doğal seleksiyon dediler buna. Ama bizim anlayışımızda “gözden çıkarma” desek daha doğru olmaz mı? Bir farkımız illa olmalı. Yoksa ne diye farklı din ve dünya görüşüne sahip olduğumuzu savunalım!
Biraz da gerilerde kalmış bir pencere açayım size. Mesela, A noktasından B noktasına giden yolcuları merak etmekle geçti ömrümüz. Söylendiği gibi o içindeki yolcular sabit hızla gitmedi. Kimi dağlar aştı kimi düz yolda şaştı. Nihayetinde geze dolaşa aynı menzile vardı. Şimdi hepsinin akıbeti belli ama sen illa sorarsan, yolcular toprağın altındalar. Kimse sana demediyse bu yolculuğun dünya kulvarını anlattığını, merak etmen elbette çok normal.
Böyle anlatınca eminim sen de anladın o yolculardan birisi olduğunu. Maksat sağ salim emaneti B noktasına teslim etmek dersek. Yolda saldıran nefis, dünya ya da bu ikisinin işbirlikçisi şeytanın, hatta şeytanlaşmış insanların eline, yanındaki yoldaşlarından birisini teslim etmek sana normal mi geliyor? Yoksa, sevmesen bile, onu teslim etmemek için kolundan, bacağından tutar ve mücadele eder misin? “Size teslim etmeyeceğim onu,” diyebilir misin? Söylenebilecek o kadar çok cümle var ki. Onlara meyil edenlere “Seni anlıyorum ama yanılıyorsun,” gibi; korkusundan teslim olanlara “İstersen kurtulabilirsin,”; hatasından pişman olanlara “Sen yeter ki dön, senin yerinde ben de olabilirdim,” gibi… O kadar çok ihtimalin içinde bizim hayatımızda geçen bir versiyonu mutlaka karşımıza çıkacaktır. Ne yapmalıyız peki şimdi, cırcır böceğine çürük elma muamelesi yapıp onların eline terk mi edeceğiz? Sınav bu ya, az bir mesafe sonra bizim başımıza gelmeyeceği ne malum?
Bir cırcır böceğinden konu nerelere geldi diyorsundur. Konu aslında hep yer altı suları gibi alttan usul usul akar durur. Toplumların zihniyetleri olayları yorumlamasından okunabilir. Küçük bir hikayedeki cırcır böceğinden vaz geçmek kolaydır. Zaten amaç da biraz kolaylaştırmaktır bazı davranışları. Eğer bir olaya fazla yakından ve tek bir noktadan bakarsanız gerçeği göremezsiniz. Size sadece kabul ettirilmek istenen bir önerme karşınıza çıkartılır. Toplumun geneli kabul eder ve geçer, üstünde düşünmez bile. Fakat sorgulamaya başladığınız an, olaya uzaktan bakmayı öğrenmeniz gerekir. Karşılıklı diyaloglar, kim dediler, kime dediler; hepsi silinir ve salt gerçek kalır karşınızda.
Şunu da düşünmeni istemem: Karınca kötü biri ve cırcır böceği masumiyetin kalesi. Kesinlikle hayır! Benim anlatmak istediğim: Karınca tüm doğrularına karşın temelde benzer zaafları ve hataları olan bir canlı, yani kusursuz değil. Diğer yandan da yaptığı hataların gerisinde, cırcır böceğini o günlere taşıyan bir hikayesi var ve biz onu bilmiyoruz.
Birilerinden hatalarından dolayı uzak durmak ya da onu yok saymak toplumsal bir refleks olarak her zaman gözlemlediğimiz bir gerçek. Fakat, onu terk etmeyip, kendin için mücadele eder gibi ve ona rağmen elinden tutmak büyük bir erdem. Birbirinin aynısı diğerlerinin içinden çıkacak o seçilmiş kişi belki sen olabilirsin diye bunca çabam. Ayrıca karınca yaptıysa doğrularını kendisine yaptı. Şimdi onun hatırına cırcır böceğini bir daha üzmenin ne anlamı var, değil mi?