Acı yaşam deneyimleri hayat boyunca mücadele edilmek zorunda kalınan zor bir durumdur. Bu deneyimler müthiş zorlukları beraberinde getirse de bireylerin farklı kazanımlar sağlamasına da sebep olurlar. Çünkü acı kayıplar ağır psikolojik sorunlar yaşatmasının beraberinde dünyayı yeniden algılamayı ve en baştan bir değerlendirme yapmayı mümkün kılar. Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen (acı) beni güçlendirir.” diye ifade ettiği o güç, yeniden var olabilmenin sebebi olan güçtür işte.
Son zamanlarda pozitif psikoloji akımı; insanların zorluklar ve acılar sonrasında hayata nasıl uyum sağladıklarıyla alakalı araştırmalar yapmaktadır. Bu araştırmalara göre; insanların yaşadığı sıkıntı ve acılar ilişkilerinde, benliklerinde ve yaşam tarzlarında değişikliklere sebep olmaktadır. Aynı zamanda hayatın anlamlılık derecesinin stres ve travma ile başa çıkma konusunda önemli rol oynadığı da araştırmanın sonuçlarındandır. Araştırmaya göre yaşamak ve acılarla gelen zorluklara göğüs germek için geçerli nedenleri olan insanlar yaşanan acı olaylar karşısında yoğun depresyon, posttravmatik stres bozukluğu gibi olumsuz belirtileri göstermeyerek aksine ruhsal acıdan daha dirençli ve güçlü bireyler haline gelebiliyorlar.
Acı, insanı zorlu bir yaşama hazır hale getirir. Çünkü Psikiyatri Profesörü Kemal Sayar’ın da dediği gibi: “Yas, aynı zamanda artık hayata geçirilebilir olmayan bir geleceğin yerine yenisini koyma sürecidir.” Bu sebeple elbette kolay olması beklenemez fakat sonuçları itibari ile o acıdan geçmiş kişi artık daha güçlü ve daha umutludur. Umutludur çünkü sarsıcı bir acıyla, geri döndürülemeyecek bir kayıpla başa çıkabilmiştir. Her şeye rağmen yaşamış ve var olmaya devam etmiştir. Bu güce erişmekte yardımcı olan düşünce ise onların aslında bize ait olmadığı gerçeğidir. Çünkü ne onlar bize ait oldukları kadar var ne de biz onların hayatında tuttuğumuz yerden ibaretiz. Freud, yasın işlevinden bahsederken: “Sağ kalanların anılarını ve umutlarını ölen (kaybedilen, ayrılılan) kişiden ayırmaktır.” diyor. Kayıp duygusunun bu bahsedilen yönü ayrılıklar nedeniyle yaşanılan yaslarda daha belirgindir. Sevdiğimiz kişinin özlemi, ondaki eksiklik bizi sevilir hale getirir şeydir ve o kişiyi kaybetmekle kendimize dair bir anlamı da yitirmiş oluruz.
Kaybı daha üzücü yası da daha uzun hale getiren şey; çözümlenememiş duygular, küslükler, ifade edilememiş hislerdir. Çünkü böyle durumlarda geride kalanın her zaman bir “keşke” pişmanlığı olacaktır. Yaşamı boyunca yapmak isteyipte yapamadıklarının yükünü taşıyacak olması yasın süresinin de uzamasını sağlayacaktır.
Kübler-Ross diyor ki: “ Gerçek şu ki sonsuza kadar yas tutacaksınız. Sevdiklerinizin kaybını atlatamayacaksınız ama onunla yaşamayı öğreneceksiniz. İyileşeceksiniz ve acısını çektiğiniz kaybın etrafında kendinizi yeniden inşa edeceksiniz. Tekrar tam olacaksınız ama bir daha asla aynı kişi olmayacaksınız.” Yas aynı zamanda süresi belli olmayan bu acı dönüşmeyi sağlayacak bir yolculuktur aslında. Her ne kadar modern psikoloji teorilerinde yasın süresi 1 aydan 1 yıla kadar devam edebilecek bir zaman olarak söylensede kişilerin yası karşılama ve kabullenme süreleri birbirinden farklıdır. Ne birkaç gün sonra gülene acısını unutmuş ne de yıllarca ağlayana acıya teslim olmuş diyemeyiz.
Hasılı yas yitip gidenle yok olup silinmek için değil, hayatın olağan seyrinde sürdürülebilmesi için yaşanması gereken bir süreçtir.