Bal yapanlar çiçeklere konarlar.
Kuzucuklar taze çimen ararlar.
Yeşillenmiş ağaçlarda yapraklar,
Amber gibi mis kokuyor topraklar.
Bir saattir yoldayım. Güneş bir görünüp bir kayboluyor. Güneşin göründüğü vakitlerde karın şavkı gözlerimi alıyor. Yeni yağmış taze kar üzerinde bata çıka ilerliyorum. Taze kar, gece olunca beliren yıldızlar gibi yanıp sönen ipiltilerle göz kırpıyor bana. Tipinin önünde sürüklenen kar taneleri bazen suratımı dövüyor, bazen haylaz çocuklar misali arkamdan itekliyor. Kar yığınları dağ eteklerinde boyumu aşıyor; takip ettiğim keçi yolunda diz boyu kar bana müşkülat çıkarıyor. Kapalı köy yolunda bata çıka ilerlerken, bir yandan da o güzelim şarkıyı mırıldanıyorum.
Bal yapanlar çiçeklere konarlar. Kuzucuklar taze çimen ararlar…
Önce Kiy Köyüne ulaştım; (Yaylabaşı) ardından Dacirek Köyü’nü (Türkmenoğlu) ardımda bıraktım. Annemin köyü olan Caferli’ye doğru yol alıyorum. Heybemde azık olarak sac ekmeği var; ayrıca iki avuç kayısı çekirdeği. Yolu yarıladım; heybemdeki kayısı çekirdekleri henüz duruyor. Sac ekmeğini az önce mideye indirdim. Karnım tok, sırtım pek; ver elini Caferli Köyü…
Bal yapanlar çiçeklere konarlar. Kuzucuklar taze çimen ararlar…
Ne güzel sözler bunlar, ne hoş, ne latif ifadeler… Büyüklerimiz gülüp geçer belki bu mısralara; lakin benim gibi on iki yaşındaysanız ve köy çocuğuysanız söylemeye doyamazsınız bu şarkıları…
Bir kuşburnu çalısına yöneldiğimde azalan enerjimi bir avuç kuşburnu tüketerek gidereceğimi düşündüm. Yazıda, yabanda hayat mücadelesi veren canlıların katığına ortak olmak her nedense hoşuma gitmiyordu; lakin buna mecburdum. Gücümü, kuvvetimi muhafaza etmeliyim. Büyük bir ailenin ele avuca sığmaz bir ferdi gibi hissettim o an kendimi. Tabiat ananın sofrasında hepimize yer vardı. Yaban hayatının katığını paylaşmaktan haz almasam da kavgasız, dövüşsüz, insanca bu sofrada yerimi almak ne hoştu.
Yatağımı toplamış, kahvaltımı yapmış, ahırdaki hayvanları yemlemiş, eve su taşımış o gün üzerime düşen tüm sorumlulukları yerine getirmiştim. Bir yandan kuşburnuları tüketirken bir yandan da babam Munzur’la yaptığım o son konuşmayı anımsadım.
“Baba ben Caferli Köyü’ne gideceğim.”
“Pekâlâ!”
“Bugün gideceğim.”
“Bugün mü?”
“Evet.”
“Bu karda kışta ne işin var orada? Havaların ısınmasını bekle sonra gidersin.”
“Sömestri tatilini bekledim; bugünü iple çektim baba.”
“Annene söyledin mi gideceğini?”
“Söylemedim baba. Söylesem yolumu keser, beni bırakmaz. Ben yola düşüp gideyim sen ardımdan söylersin.”
“Kadın haklı. Bu karda kışta yayan, on beş kilometreye yakın yol… Kurda, kuşa yem olursun.”
“Olmam benim babam, kendimi korurum ben.”
“Kaç yaşındasın?”
“On iki.”
“Kilon kaç?”
“Otuz.”
“On iki yaşında ve otuz kilo ağırlığındaki bir çocuğu bir kurt kaptığı gibi götürür. Aç bir ayının rüzgârında savrulur. Bir dağ keçisinin ayakları altında telef olur. Neyine güveniyorsun sen?”
“Kendimi koruyabilirim.”
“Sen mi kendini koruyacaksın? Bir kartal bile pekâlâ omuzlarından kavrayıp havalandırıverir seni; onun akşam yemeği olursun.”
“Olmam baba, bıçak taşırım yanımda, sopa taşırım… Gerekirse boğuşurum onlarla.”
“Pekala! Caferli’ye gidip de ne yapacaksın? Ali Efe’yi mi göreceksin?”
“He baba, dedemi göresim geldi.”
“Yalnızca dedeni görmek için mi onca sıkıntıya katlanacaksın?”
“Yok baba, sadece onu görmek için değil.”
“Başka?”
“Kaymaklı defter…”
“Kaymaklı defter mi?”
“He baba, kaymaklı defter! Hasan dayımın kaymaklı defterleri varmış. Geçen dayım Mansur Efe bize geldiğinde söylemişti. Kardeşim Hasan’ın bir düzine kaymaklı defteri var demişti. Unuttun mu baba?”
“Senin sıkıntın anlaşıldı. Sen kaymaklı defterin peşine düşmüşsün, yoksa dedeni göresin gelmemiş.”
“Ama baba haklı değil miyim? Ben de kaymaklı defterlere yazmak istiyorum. Saman yaprak defterleri sevmiyorum. Bizim merekteki samanlardan farksız o defterler. Tatsız, tuzsuz yavan ot gibi… Çok çabuk dağılıyor yaprakları; silerken parçalanıyor, kalem iki, üç sayfa derine işliyor. Benim de kaymaklı defterim olsun baba; ben de kaymaklı deftere yazayım. Geçen gün arkadaşımın defterini kokladım, kokusu bile bir başka güzel; şöyle bembeyaz anamın yaptığı yoğurt gibi akça pakça. Süt gibi baba, üzerinde böyle uzun mavi çizgiler var. Dümdüz baba, asfalt yol gibi dümdüz. Mercan gibi baba, bizim Mercan gibi mavi, Fırat gibi… Akışı latif nehirler gibi mavi…”
“Ah Mansur Efe, ahhhh! Şu kahrolasıca defter bahsini açmasan olmaz mıydı?”
“Tatilde gel dedi bana; kardeşime söylerim sana kaymaklı defter verir. Boyama kalemleri de varmış dayımın, bana boyama kalemlerinden de verir. Resim dersinde kullanırım onları. Kaymaklı defter üzerinde ne de güzel resim yapılır baba.”
“Ah deligöz oğlan!”
“Sen alsaydın, ben gitmezdim baba.”
“Yok oğlum bulamadım Erzincan’da.”
“Bakmamışsındır baba. Buğday Meydanı’nda saman kâğıt defter olur. Hükümet konağının oralara baksaydın ya!”
“Toptan aldım o defterleri, ucuza geldi Seneye beşinci sınıf olacaksın. Bu yaz kendine erük (Kayısı) kurut. Buğday meydanında erük kurusunu satıp harçlığını çıkar. O vakit kendine kaymaklı defter de alırsın, boyama kalemi de çanta da… Pekâlâ, ne istersen alırsın evlat.”
“Baba!”
Rüzgâr uğulduyor, bazen saksağanlar bazen de kargalar alıcı kuşlar misali başımın üzerinde dönüp duruyor. Uçsuz bucaksız bir ardıç ormanının kıyısındayım. Başımı nereye çevirsem asırlık ardıçlar beni selamlıyor.
“Neyse ki tipi şiddetini arttırmadı.”
Sultan Seydi Dağı’na yöneldiğimde bir an geri dönmeyi düşündüm. Etrafta tüm izler silinmiş, yalnız vahşi hayvanlara ait ayak izleri belli belirsiz bir hal almıştı. O an dayım Mansur Efe’nin sözlerini anımsadım.
“Sultan Seydi’nin makamıdır burası. Türbesi Erzincan Ovası’na hâkim bir tepe üzerindedir. Ardıçlar kutsaldır; kimse onlara ilişmez. Sultana sığınan kişinin, başına bir iş gelmez; kim olursa olsun ister hırlı, ister hırsız güvenle, selametle çıkar buradan.”
Belki dayımın söylediklerinden, belki de kendime çok fazla güvendiğimden olacak, ölüm korkusu duymadan yol alıyorum. Kuşburnu bitkisinin dikenleri ellerimi birkaç yerden kanatınca nasibim bu kadarmış deyip heybemi karın üzerine yayıp sedirlerin duldasına sığındım. Kemal öğretmenin okumam için bana verdiği gazeteyi çıkardım, başlıklara şöyle bir göz attım. Gazete bir ay öncesine aitti.
“Başlıklara göz atıp yola koyulurum.” diye mırıldandım. “Hem soluklanmış hem de zamanımı boşa harcamamış olurum.”
Milliyet Gazetesi 01.01.1958 “1958 yılına neşe ile girdik.”
“Yağmur ve fırtına İzmir’i alt üst etti. Direkler yıkıldı, saçak ve kiremitler uçtu, vapurlar demir taradı, bazı evleri su bastı. Yeni yıla İzmir sellerle girmiştir.”
“Sis, grip vakalarının artmasına sebep oldu. Bilhassa okullarda yayılmaya başlamış bulunan hastalığın bir salgın şekline girmemesi için icab eden tedbirler alındı.”
“Bir kız, göğüslerini otuz bin liraya sigorta ettirdi. Manisa’dan bildirildiğine göre sosyeteye mensup ve güzelliği ile şöhret yapmış genç bir kız, göğüslerini otuz bin liraya sigorta ettirmiştir.”
“Bir baba iki kızını boğazladı. Bir elektrikçi ustası, biri üç buçuk, diğeri on sekiz aylık iki kızını boğazladıktan sonra intihar etmiştir. (LE MANS Fransa A.A)
“Bir çocuk cesedini köpekler yedi. Çoban köpekleri şehrin kenarındaki Davut Kadı Mahallesi ile Değirmenli Kızık köyü arasında beş yol mevkiinde bir çocuk cesedi meydana çıkarmışlardır.”
“Kolombiya’da haydutlar on altı kişiyi kesti. Bir çiftliği basan bir haydut çetesi, çiftliğin ona altı kişilik halkından on beşinin kafalarını balta İle kesmiştir.”
“Prenses Neslişah tevkif edilmiyor. Kahire Müddeiumumîsi Prensesin hükümet darbesi hareketine iştirak etmediğini söyledi.”
“Ruslar yeni bir peyk yapıyor.”
“Kadın Berberi Hüsnü sayın müşterilerini tebrik eder ve eski işyeri olan Kemal salonundan alâkasını keserek yeni iş yerin de sayın müşterilerinin teşrifini bekler. Yeni Melek Sokak No:4/2”
“Türk sporunda bir yılı daha geride bırakmış bulunuyoruz 1957 senesi spor faaliyeti bakımından pek zengin sayılmaz.”
“Beşiktaş, Vefa yeni yılın ilk lig maçı bugün saat 14.15 te Mithatpaşa Stadında Vefa, Beşiktaş arasında oynanacaktır.”
Ayağa kalktım, heybemi omzuma atıp gazetemi özenle heybeme yerleştirdim. Bunları yaparken de kendi kendime mırıldanmadan edemedim.
“Cinayet haberleri, salgınlar, doğal afetler, haydutlar… Yeni bir yıla girmek dışında, beni mutlu eden bir haber yok burada.”
Yolu yarılamıştım; lakin önümde aşmam gereken engin bir ardıç ormanı vardı. Ormanı geride bıraktığım an zikzaklar çizen daha dik bir yola girip daha zorlu bir sırtı geride bırakacak, dik bir tepeyi aşıp köye varacaktım. Karda bata çıka yürümeye devam ettim. Okuduklarımdan etkilenmiştim. Göğüslerini otuz bin liraya sigorta ettiren o kızı düşündüm. İnsanlar bunca parayı nereden buluyor diye kendi kendime sormadan edemedim. O kızın neden bunu yaptığını anlayamadım. Cebimde otuz bin liram olsaydı, köyüme devasa bir kütüphane yaptırırdım. Adımlarımı hızlandırdım. Ardıç ormanı içinde yol almaya başladığımda güneş tamamen görünmez olmuştu. Üşüyordum, elim, ayağım buz kesmişti.
“Hareket etmezsem donarım.” diye mırıldandım o an. “Köye kadar dur duraksız yol almalıyım.”
Bana bir ömür gibi gelen o ardıç ormanını geride bıraktığımda hava kararmak üzereydi.
“Bir saat sonra karanlık basar.” diye mırıldandım o an. Tipi dinmiş, yaklaşık bir saat yolum kalmıştı. Sultan Seydi Dağı’nı soğuktan üşümüş ve bitap bir vaziyette; lakin en sevdiğim şarkı eşliğinde aştım. Her adımda hayalini kurduğum o kaymaklı deftere daha fazla yaklaştığım düşüncesi adımlarımı daha güçlü atmamı sağlıyordu.
Kuş sesleri ovalara yayılır.
İnsan buna hayran olur bayılır.
Bal yaparlar çiçeklerde arılar. Kuzucuklar taze çimen ararlar.
Yeşillenmiş ağaçlarda yapraklar Amber gibi mis kokuyor topraklar.
Yol boyunca o çok sevdiğim şarkıyı kaç kez söyledim hatırlamıyorum. Belki yüz, belki daha fazla… Önümde beliren son tepeyi de aştığımda uzunca bir vadiye yaslanmış Caferli Köyü karşımda beliriverdi. Menzile az bir mesafe kala ayak parmaklarımı hissedemiyordum artık. Sanırım soğuktan donmak üzereydim. O an heybemde bulunan gazeteyi yakıp az da olsa ateşiyle ısınmak geçti aklımdan. Yapamadım, öğretmenimin hediyesi olan o gazeteye kıyıp da onu ateşe veremedim…
Çoban köpeklerinin birbiri ardına yükselen ulumalarını işittiğimde olduğum yere çömelip toprak damlı kerpiç evlerin bacalarından yükselen dumanları seyre daldım. O an, dedemin ocağında çatırdayarak yanan meşe dallarının kor parçalarına dönüştüğünü hayal ettim. Bir bardak sıcak çayın özlemi gelip yüreğimin en derinlerine işledi. Orada daha fazla oyalanmadım. Caferli Köyü’nün bir mahallesi olan Gelensi’ye yöneldim. Yaşadığım köy olan Ergan, Gelensi Köyü ile birleşmiş bir bütün halinde Ergan adını almıştı. Evimiz Gelensi’deydi. Dedemin köyünün adı da ne tesadüftür ki Gelensi’ydi. O an annemin sözünü anımsadım.
“Tevafuk işte. Gelensi’den çıktım, Gelensi’ye gelin gittim.” Köyün girişinde beni azgın köpekler karşıladı. Çıldırmışçasına üzerime gelen, arada durup havayı koklayan, çivili tasmalarla karşısına çıkan yabancıları parçalamaya niyetlenmiş beş yetişkin azman çoban köpeği… Köpekler etrafımı kuşatırken o an ne yapacağımı bilemedim. Olduğum yere çömelsem mi, kaçsam mı, dursam mı, ağlasam mı bilemedim. Onca yolu kazasız belasız atlatmış, tam kurtuluşa erdim derken, kendimi bu zebanilerin arasında buluvermiştim.
İlkokul birinci sınıftaydım. İlk kez annem Cevahir’le gelmiştim bu köye. Dedemin evini ilk kez o zaman görmüştüm. Aradan geçen bu üç yıl zarfında yolu unutmamıştım. Gerçi köyün yolunu bilmeseydim de yine yola çıkardım zaar. Kaymaklı defter, boya kalemleri, belki dedemin bana vereceği harçlık… Bilmiyorum, sadece kaymaklı bir deftere sahip olmak bile bu dünyada bana verilebilecek en güzel hediye. Etrafımı saran bu vahşi köpeklerden nasıl kurtulacağımı düşünürken aklım hâlâ o kaymaklı defterlerdeydi.
“Rıza sen misin?”
Ali dedemin sesiyle irkildim o an. Kudurmuşçasına çemkiren o korkunç suratlı zebanilerin sesleri kesilmiş, kuzu gibi olmuş, itaatkâr tavırlarla kuyruk sallamaya başlamışlardı.
“Rıza evladım, ne işin var senin burada?”
“Seni göresim geldi dede.”
“Baban, annen nerede evladım?”
“Ben, ben yalnız yola çıktım dede.”
“Deligöz oğlan, deli misin divane misin sen? Bu kışta kıyamette neyine güvenerek yola koyuldun? Koca koca adamlar bile bu zemheride köyden çıkmaya cesaret edemezlerken, sen çocuk halinle nasıl böyle bir çılgınlığa cüret ettin? İnanılacak gibi değil. İyi, yolunu kurtlar kesmemiş.”
Dedem Ali Efe başımı okşayıp beni bağrına bastı; kucakladığı gibi evin yolunu tuttu. Halime acımış olacak ki yol boyunca güzel sözler söyleyip gönlümü aldı. Sabah kahvaltı yapıp yola koyulmuş, çok şükür gece olmadan Caferli Köyü’ne varmıştım. Anneannem Sırma ocağın başında beni karşıladı. Dayılarım da yanındaydı. Onlar da bu maceralı yolculuğum karşısında ne söyleyeceklerini, nasıl davranacaklarını bilemediler. Anneannem:
“Annenin aklı çıkmıştır evladım.” dedi; bir yandan da elindeki çubukla ocağın ateşini harlarken, “Baban gamsız; lakin annen yangılı! Başına bir hal gelse canına kıyar.”
“Babama söyledim, o anneme söyleyecek Caferli’de olduğumu. Yola çıkacağımı bilse katiyen bırakmazdı, biliyorum.”
“Ah deligöz oğlan ahhhh! Ne diyeyim şimdi ben sana, bilmiyorum. Başına buyruk hareket ettiğine mi kızayım, sağ salim buraya vardığına mı sevineyim. Çok şükür kurtlara yem olmamışsın.”
Yemekte bulgur pilavı vardı; yanında tereyağında yumurta ve mis gibi keçi kavurması. Gaz lambasının ışığı altında bir yan dan sohbet ediyor bir yandan mis gibi kokan taze sac ekmeğinin arasına kavurmaları dizip mideye indiriyordum.
“Anneanne var ya, bir ara köye varamayacağım diye çok korktum. Aç kurtlarla karşılaşmak değil de soğuktan kaskatı kesilmekten korktum. Elim ayağım buz kesti, bacaklarım dondu.”
“Sıkı da giyinmemişsin evladım. O ince gocikle tabi donarsın.”
Yemekten sonra mis gibi, dumanı üzerindeki çaylarımızı yudumlarken konuya nasıl gireceğimi düşünüyordum. Ocağın başındaydım; önümde duran kıtlama şekerleri birer ikişer ağzıma atıyor, aldığım her yudumda kendime geliyor, adeta yeniden diriliyordum. Büyük dayım Mansur Efe ile küçük dayım Hasan Efe yanımda oturuyorlardı. Üzerinde bulundukları kürsüye eşeğe biner gibi binmiş, ileri geri hareket ediyorlardı. O an kaymaklı defteri istemenin tam sırası diye düşündüm. Deftere kavuşmak için can atıyordum…
“Hasan dayı, senin bir düzine kaymaklı defterin varmış. Mansur dayım bize geldiğinde söylemişti. Sahip olduğun o defterleri görebilir miyim?”
Hasan dayım elindeki bardağı ocağın önüne bırakıp kürsüden indi. Ev damının nişine yöneldi. Nişin perdesini aralayıp duvar içindeki oyukta muhafaza ettiği defterlerini ve boyama kalemlerini kucaklayıp yanıma geldi. Aylardır hayalini kurduğum kaymaklı defterler hemen yanı başımda duruyordu. Bir düzine defter ve yanında boyama kalemleri. Büyülenmiş gözlerle önümde duran hazineye baktım.
“Kaymaklı defterlerin çok güzel görünüyor dayı. Boya kalemleri de öyle. Dokunabilir miyim onlara, inceleyebilir miyim?”
“İncele; lakin kırıştırma defterlerimi.”
Bir bebeğe dokunur gibi özenle defterlerden birine dokundum; ardından onu elime aldım, ardından ötekini. Mavi çizgilerine yakından baktım. Fırat gibi maviydi çizgileri, Mercan deresi kadar mavi… Ergan Dağı’nın buzulları gibi apaktı sathı, güz gülleri kadar hoş kokuluydu. Nadide çiçekleri koklar gibi kokladım yapraklarını, o beyaz sayfaları arasında ellerimi gezdirdim, usulca okşadım onları.
“Dayı, bana bu defterlerden birini verebilir misin?”
En yakınlarımdan bile bir şeyler isteyemez, sesim çıkmaz, heyecanlanıverirdim. Dayım beni duymamış olacak ki cevap vermedi. Soruma karşılık alamayınca, bir kez daha cesaretimi toplayıp sesimi yükselttim.
“Hasan dayı, defterlerden birini bana verir misin?”
“Hayır!”
Anneannem bu olumsuz cevabı duyunca, közleri karıştırdığı çubuğu kaldırıp dayımın kafasına vurdu.
“Eşek sıpası seni! Şunun söylediği lakırdıya bak hele! Yeğenin bu kışta kıyamette onca yolu tepmiş bir defter nedir ki? İki üç tane ver oğlum. O defterler yıllardır orada duruyor zaten. İlkokul beştesin; lakin defterini açıp bugünden bugüne bir ödev yaptığını görmedim.”
“Vermem! Öyle de olsa defterlerimi kimseye vermem.”
Hasan dayım, boyama kalemlerini ve defterleri kucaklayıp tekrar nişe yöneldi. O an güçlü bir çifteyi suratıma yemişçesine afalladım.
“Heybemi veririm sana.” diye mırıldandım belli belirsiz bir ses tonuyla.
“Bana defterlerinden birini verirsen, anamın ördüğü bu heybeyi sana veririm.”
“Olmaz! Ben heybeleri sevmem de kullanmam da…”
Üzerimi yokladım, heybe dışında ona verebileceğim başka da bir şeyim yoktu. Bir an ona gociğimi teklif etmeyi düşündüm, ardından vazgeçtim. Üzerimdeki o rengi solmuş bitpazarından aldığımız, haki renkli gocik olmadan yola çıkamazdım. Bu kez de dedem, dayıma çıkıştı.
“Evladım o boyama kalemlerinden ve defterlerinden torunuma ver. Ben Erzincan’a gittiğimde sana bir düzine daha alırım.”
“Hayır, vermem! Defterlerimi kimseye vermem, parayla bile satmam onları.”
“Kaymaklı defter…” diyebildim sadece, durdum, gece iyiden iyiye çöreklenirken yüreğime bundan sonra tek laf etmedim defterden yana. Ne anneannem ne de Ali dedem, Hasan dayımı ikna edebildiler. Her defasında,
“Hayır vermem,” dedi dayım. “Defterlerimi kimseye vermem, parayla bile satmam onları. Günahımı dahi kimseyle paylaşmam ben.”
Gece yatağıma uzanıp gözlerimi kapadığımda, onca yolu bu hayal kırıklığı içinde nasıl kat edeceğimi düşünüyordum. O gece gazetede okuduğum haberlerin etkisiyle olacak karmakarışık rüyalar gördüm. Kolombiya da çiftliği basan haydut çetesini, kestikleri başları, kızlarını boğazlayan elektrikçiyi, İzmir’i alt üst eden fırtınayı, Rusların uzaya göndermek için üzerinde çalıştıkları peyki…
Uzaklardan, belli belirsiz Hasan dayımın sesi yankılanıyor, çoban köpekleri çılgınca ürüyorlardı..
“Hayır vermem! Defterlerimi kimseye vermem, parayla bile satmam onları.”
Sabaha karşı bir rüya daha gördüm. Okuyup pilot olmuştum. Üzerimde o haki renkli gocik yoktu. Pilotların giydiği gıcır gıcır, cillop gibi üniforma olduğu halde bulutların üzerinde dolaşıyordum. Mahirane kullandığım avcı tayyaresi koltuğunda oturuyor, topraklarımızı aslanlar gibi koruyordum. Sınırlarımızın gerisinde yaşayan yirmi beş milyon Türk’ün canı bana emanetti. Karşımda düşmana ait avcı tayyareleri bulunuyordu. Kuzeyde, güneyde doğuda ve batıda… Ben tek başıma onlarca tayyareye meydan okuyor, onları sınırlarımıza yaklaştırmıyordum. Küçük bir bedende mangal gibi bir yürek taşıyabilir mi insan? Mevzubahis vatan olunca elbette taşır. O gün daha önce defalarca gördüğüm rüyayı, bir kez daha gördüm.
O sabah uğuldayan rüzgâr ve horoz sesleri arasında uyandım. Kahvaltımı yapıp bizimkilerle vedalaştım. Karmakarışık bir ruh hali içinde Sultan Seydi Dağı’na yöneldiğimde, bu kez yanımda bana eşlik eden Caferli Köyü’nden üç yolcu vardı. Yalnız başıma kat ettiğim yolları, bu kez onlarla aşacak olmak mutluluk vericiydi. Şiddetini arttıran rüzgâr âdeta kalbimden geçenleri fısıldıyordu.
“Kaymaklı defter… Varsın defterin de olmasın Rıza. Hayallerin olsun senin, hayallerin… Ne duruyorsun be Rıza, söylesene şarkını. Yalçın koyaklarda yankılansın sesin; haydi başla şarkına Rıza. Destan mı yazmak istiyorsun? Bu amber kokulu vatan yeter sana.”
Bal yapanlar, çiçeklere konarlar.
Kuzucuklar taze çimen ararlar.
Yeşillenmiş ağaçlarda yapraklar,
Amber gibi mis kokuyor topraklar.
Konuk Yazar: Hakan GEZİK