“Sanki dünya üzerinde bir toz tanesi kadar bile yokum.” diyordu bir danışan neden terapi almaya karar verdiğini sorduğumda. Acaba yoğun bir depresyon belirtisi olabilir mi? diye de sordu birkaç kez. Evet, depresyon çoğunlukla böyle belirtiler gösterir. Kişi kendisini değersiz, amaçsız, yapayalnız ve görünmez (bazen de çok göze batan) hisseder. Bazı uzmanlar depresyonu: “Bir uçurumdan baş aşağı düşmek gibidir.” diye tanımlar. Hem de öyle bir uçurum ki sonu belli değildir nasıl düştüğünü dahi bilemez insan. Kapkaranlık bir belirsizlik ve boşluk sanki…Depresyonla mücadele ederken bir savaşa girmiş de ağır mağlubiyet almış gibi yenik sayıyor insan kendisini ve kaybedenlerin en çaresizi oluyor o saatten sonra.
Postmodern çağda depresyon neredeyse pazarlanır hale geldi. Alıp da bir bakınca içinde anlamsızlık, yetersizlik, parçalanmışlık hissi, yalnızlık, yönünü tayin edememe, şüphe ve yabancılaşma gibi bu çağın illetleri olduğunu görüyoruz. Bunlardan birisinin ağına bir kez düştüğümüz zaman ümidimizi, benliğimizi, birlik ve beraberliğin gücüne inancımızı yitirip istikameti şaşırıyoruz. Oysa zaten hepimiz bu koskoca alemde ümitsizliğin gölgesinde yaşıyoruz. Olduramadığımız hayallerimiz, kırgınlıklarımız ve beraberinde kırdıklarımız, acizliklerimiz var elbette. Zaten insana ve insan olmaya dair bir sürü hikayenin birleşimi değil midir yaşam dediğimiz? Bütün bunlarla daha baş edebilir hale gelmek için ruhumuzu örseleyen, bizi dalgaların kayayı dövdüğü gibi döven ıstıraplarımızı kabul etmemiz lazım. Çünkü keder bize faniliğimizi hatırlatır, hayatı istediğimiz yöne çeviremeyeceğimiz zamanlar olduğunu gösterir. İşte böyle zamanlarda kayanın sabrı gerekir insana. Tıpkı o ulu taş parçası gibi dev dalgalara rağmen dimdik durabilmiş, parçalanıp ufalansa da pes etmemiş olabilmek. Böylelikle kederimizde bir anlam, bir amaç olduğunu fark ettiğimizde yeniden filizlenir hayat. Çatlaklardan içeri sızan ışık bize aydınlığın o göz kamaştıran gücüyle yol almanın hala mümkün olduğunu fısıldar. Bu dünyadaki yorgun ve yalnız benliğimiz ışıkla sükûna erer. Önümüzde gidecek uzun yollar olduğunu ve o yollarda karanlığımızı aydınlatacak gayelerimiz olduğunu keşfederiz. Umutla yeniden tanış olur onu hayatımıza davet ederiz. Umudu geleceğin hatırası olarak gören Gabriel Marcel: “Umut eden kişi sadece ben umuyorum dememekte, aynı zamanda sende umudum var, bizim için umut duyuyorum demektedir, çünkü umut etmek, daima kişisel bir gerçekliğe, sen olabilecek varlığa güvenmektir.” diyor. Yani umut varlığın ruhuna teslim olmaktır, kederin içsel kaynaklarımızı besleyip büyüttüğüne inanmaktır.
O halde bırak kederin benliğinin pencerelerinden içeri rüzgarlar estirsin, süpürsün hissizliğin ve dünya sızılarının tozlarını. Seni varoluşun büyülü güzellikleriyle buluştursun. Ve sen, elinde bir fidan varsa onu dik, gönlündeki tohumu toprağa göm. Çünkü dünya senin umudunla filizlenecek tohumları bekliyor.