Öncelikli olarak; “Bir insan kendini nasıl tanımaya çalışır ve bu tanımadan kasıt nedir?” diye sorgulayıcı bir soruyla girizgâh yapmak istiyorum.
İnsan; yaşadığı, gördüğü, duyduğu, okuduğu, yazdığı, içinde bulunduğu çevre ve toplumun etkisi ile oluşturduğu düşünce ve fikirlerle; hissettikleriyle, prensip, karakter ve duruşu ile tanımlamaya ve tanımaya çalışır. Dikkat ederseniz; “İnsan kendini tanımlar ve tanır.” demiyorum.
“İnsan kendini tanımlamaya ve tanımaya çalışır.” diyorum.
Çünkü insan etkisinde kaldığı şeye karşı değişkendir. Sabit bir ruh halinde, düşünce şeklinde, tepki ve davranışta değildir. Değişen etkiler bizde de değişen tepkiler vermeye neden olur. Bu değişkenlik sebebiyle, insan kendini sabit olarak tanımlayamaz, tanıyamaz. Değişen koşullara, yaşadığı olaylara karşı gösterdiği bu değişkenlik, onun her an ve ömrü boyunca az az kendini tanıma sürecinden geçer ama tam olarak kendini tanımlayamaz, tanıyamaz. Bu tanımanın ucu hep açıktır. Her defasında farklı bir tanıma ile devam eder.
İnsan yine; çeşitli yerlerde, coğrafyalarda ve zamanlarda değişik olay ve olgularla, durumlarla, insanlarla, canlı ve cansız şeylerle, iyilik ve kötülüklerle, olumlu ve olumsuz durumlarla karşılaşır. Farklı şeyler görür, yaşar ve hisseder. Ve bir insanın, bunca sınırsız ve sonsuz şeylerle karşılaşması, bazı şeyleri yaşaması imkansızdır. Hayatta yaşanacak, görülecek binlerce şeyi görmek, yaşamak, işitmek ömrün az veya sınırlı olasından ötürü imkansızdır. İnsan her şeye karşı farklı duygu, düşünce, tavır ve davranış sergiler. Gördüğü güzel şeye karşı farklı hayret eder, beğenir. İşittiği şeye farklı tepki verir ve bütün bunlar insan ruhunu farklı durumlara sokar. Hatta insan aynı şeye karşı farklı zamanlarda farklı tepkiler verir. Değişen zamanda bile aynı şeye karşı olan tepkimiz bazen aynı değil farklı olabiliyor. Biz ancak yaşadığımız şeylere karşı gösterdiğimiz tepki, duyup hissettiğimiz psikolojimiz kadar kendimizi, tam olarak değil de sadece o an, anlık olarak tanırız. Yaşadıkça, gördükçe, düşündükçe bunların farklı oluşları ve sayıları adedince kendimizi tanırız. Ya daha yaşamadığımız ve yaşamayacağımız, görmediğimiz, duymadığımız, işitmediğimiz, tanımadığımız milyonlarca şeyler, kişiler ve olaylar. Bunlar karşısında nasıl tavırlar takınacağımız? Nasıl davranacağımızı bilemediğimizden bunlar adedinde daha yabancıyız kendimize. Her yaşadığımız şey karşısında yeni bir “Ben” yani kendimizi tanıyoruz. Ve bu yüzden yaşamadığımız şeyler kadar yabancı kalıyoruz kendimize. Bu sebeplerle insan hiçbir zaman kendini yeterince tanımlayamaz, tanıyamaz. Ancak ortalama olarak bulunduğu toplum sınırları çerçevesinde kendini azıcık olsa da tahmini olarak tanımlar ve tanır.
Örneğin; ağır bir hastalık geçirmeyen biri, o hastalığı yaşamadan onu nasıl yaşayacağını? O hastalıkta nasıl bir tavır sergileyip nasıl tepki vereceği? Nasıl bir korku veya kabul göreceği? Belli olmadığı için kendine bu alanda yabancıdır daha.
Aşkı yaşamayan biri aşk konusunda o duygu yönüyle kendine yabancıdır. Ölüm, ayrılık, birini kaybetmek, bir kaza ve ağır bir travma geçirmek ve bunlara karşı etkisi, tepkisi nasıl olur? Bunları yaşamadan kendini bu alanda tanımlayamaz ve tanımaz, daha kendine yabancıdır. Cansız varlıklar veya sabit bir şey dahi her an etkisinde kaldığı maruzatlar nedeniyle statik kalmayıp değişirken biz canlı varlıklar olan insanlar da hem canlılığımız hem mâruz kaldığımız şeylerin etkisiyle sürekli deşiyoruz ve değişen şeyler bir tanıma sığmaz, tanımlanamaz. Bunu felsefik açıdan HERAKLİTOS, şu sözleri ile: “Her şey değişir. Değişmeyen tek şey değişimdir.”
“Bir nehirde iki defa yıkanılmaz.” açıklamıştır. Biz de kendimiz insan olarak da bu değişkenlik sebebiyle kendimizi tam anlamıyla tanımlayamaz ve tanıyamayız. Kısacası;
“BİZ KENDİMİZİ TANIDIĞIMIZI ZANNETTİĞİMİZ; BİRER YABANCIYIZ KENDİMİZE…”
Sevgi ve saygıyla iyi okumalar dilerim…
Emekleriniz kıymet görsün, kaleminiz daim olsun
Eyvallah sağolun varolun hocam. Bilmukabele. Kaleminize yüreğinize sağlık 🙏🙏
Emeğinize yüreğinize sağlık. Kaleminiz daim olsun.
Eyvallah sağolun varolun hocam 🙏🙏