Sizler de öyle misiniz bilmem yani hiç kendinizle dertleştiğiniz olur mu? Bugünkü kahramanım, kendisiyle konuşup, dertleşmek istediği günlerden birini yaşıyordu. Bilgisayarının karşısında, başında bin türlü düşünce öylece dalgın dalgın oturuyordu.
Arada bir hep yapardı bunu. Herkes için zor günlerden geçiliyordu. Kahramanımız içinse, bugünler çok daha zordu. Sanki bir karar vermenin eşiğinde gibi hissediyordu kendini. Bu seferki konuşması, biraz daha zor geçecek gibiydi. Sorunlar büyüktü, pişmanlıklar da, keşkeler de… İçindeki ben, kızgın ve kırgın, ona yüklenmenin yollarını arıyordu. Belki de bu konuşmanın sonunda hiç yapmamış olmayı dileyecekti ama başlamak ve sonucuna katlanmak zorundaydı. Bir an için gözlerini kapatarak, arkasına yaslandı ve içindeki sesi dinlemeye başladı:
“Hep diyorsun ki, hepimiz binlerce hata yaparak bugünlere geldik. Sence gerçekten binlerce mi? Daha fazla olmasın?” diye fısıldadı içindeki ses. Dedim ya, bugün zorlu bir hesaplaşma olacaktı bu kesin.
“Herkes hata yapıyor, neden bana böyle yükleniyorsun?”
“Önemli olan hatalarımız değil ki, sen; o güzelim gençlik yıllarını hep geleceği düşleyerek, planlayarak ziyan etmedin mi?”
Geleceği planlamak, düşlemek… Evet, bunları yapmıştı. Gelecekteki yaşantısının daha güzel olması, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmesi için, yetenekleri ve kazanımları onu hep beni bir adım daha ileri taşısın diye uğraşmıştı. Sadece kendisi için de değil, önce ailesi, arkadaşları, sevdiği tüm dostlarına her zaman yardım elimi uzatmıştı. Neden? Sahi, bir soralım bakalım, acaba içindeki ses, bu konuda ne diyecek, yine onu suçlayacak bir şeyler bulacak mıydı?
“Evet, ben bu planlamaları yaparken düşlerimdeki dünyaya ulaşabilmek için hayata hep meydan okudum. Her meydan okumayla güçlendim, zorlukların üstesinden geldim, bana kimse ulaşamasın, zarar veremesin, hayat beni yıpratmasın yormasın ve üzmesin istedim.”
“Bunca uğraş, didin, çabala… İyi de ne geçti eline?”
“En başta özgürlüğüm, yüksek hayat standartlarım, istediğimi yapabilme gücü… Ohooo, sayarım da sayarım.”
“Ya kayıpların?”
“Kaybım yok denecek kadar az aslında.”
“Sana öyle geliyor…”
“Belki de neyi kaybettiğimin farkında değilim? Yardım eder misin bana?”
“Hımm, bir bakalım, neleri kaybetmişsin? Ama çok zor gelebilir bunları söylemem ve çok üzülebilirsin. Hazır mısın ve var mısın?”
“Kesinlikle…”
“Söyle bakalım, yaşamayı seven, bir söyleyip beş gülen, neşeli, zaman zaman muzip, çok seven ve çok sevilen, doğaya hayran o insan, sen değil miydin? O güzelim gençlik yılların şimdi neredeler? Annen, baban, sen ideallerinin peşinden koşarken bir telefonunla yetinmek zorunda kalmadılar mı? Önceleri onları her gün ararken, yavaş yavaş haftada bir, on beş günde bir ve giderek daha da seyrekleşerek onları aramadın mı? Her zaman seni çok meşgul eden ‘önemli bir işin’ yok muydu? Hasta olduklarında, senin ilgine ihtiyaç duyduklarında, neredeyse hasta oldukları için onlara kızmıyor muydun? Çocukların, hele onlar, senden ilgi beklerken yine hedeflerin, ideallerin ve gelecekteki görkemli yaşantının peşinden giderken, bazen bir oyuncakla ya da o çok kıymetli hayatından kısacık bir zaman dilimiyle onları susturmadın mı? Çocukların, senin için, o görkemli gelecek hayatında bulunması gereken güzel süsler değil miydi? Ya eşin? O severek evlendiğin, dünyalardan kıymetli bulduğun, gözlerine baktığında başka dünyalara gittiğini söylediğin eşinle son zamanlarda neleri paylaştın? Mesela, onu ne kadar sevdiğini en son ne zaman söyledin? Onun için küçük bir sürpriz hazırlamayalı ne kadar zaman oldu? Ev işlerindeki yardımcının son zamanlarda nasıl zayıfladığının farkına varabildin mi? Komşularına en son ne zaman içten gülümseyerek‘Merhaba’ dedin? Ya da sokağındaki esnafla ne zaman konuştun? Sevgili cep telefonuna dokunmadan, sosyal medyanda neler olup bittiğini anlamadan kaç dakika dayanabiliyorsun? Bir arkadaşının, dostunun herhangi bir derdini en son ne zaman dinledin? Sosyal hayatının içinde yardımcı olduğun, gönüllü çalıştığın kaç sivil toplum kuruluşu oldu? Sanki hep ‘mutluymuşsun gibi’ çevrene poz yapmaktan bıkmadın mı? Bir düşün!”
Tokatlar kahramanımızın peş peşe yüzüne inerken, üzüntüyle boğuklaşmış sesi, iç sesine cevap vermeye çalışıyordu:
“Bu anlattıkların benim, doğru… Sadece ben mi böyleyim? Çağa ayak uydurmak zorundayım. Herkes gibi. Sen de öyle değil misin?”
“Herkesin böyle davranması doğru olduklarını gösterir mi?”
“Değil tabii… Ay, ne kadar çok geldin bugün üstüme… Ben isteklerimi gerçekleştirmek için koşturup dururken…”
“Evet, sen koşturup dururken?”
“Onlar geride kaldılar. Zamanın çok gerisinde.”
“Geri alabilir misin?”
“Zamanı geri almayı kimse başaramaz ki…”
“Tüm bunları biliyorsun değil mi? Zamanın geri dönüşü olmadığını… O halde hala aileni neden zorluyorsun senin hayallerinin peşinden gitsinler diye? Rahat bırak onları…”
“Şimdi sen söyledikçe fark ettim, evet, tüm bunları ben yaptım ama…”
“Ama ile başlayan cümlelerin ne işe yaradığını biliyorsun değil mi? O kelime, kendisinden önce gelen her cümleyi yok eder…”
“Üzdün beni… Hem de çok. Sanki yüzüme ayna tutulmuş gibi oldum.”
“Söylemiştim, üzüleceksin diye. Sen de hazırım demiştin…”
“Ne yapmamı istiyorsun?”
“Bu senin kararın. Kendinle bir konuşma yapmak istemiştin, yaptık. Sonrası mı? Sen nasıl istersen öyle olacak.”
“Git başımdan, beni yalnız bırak.”
“At bu karamsarlığı üzerinden, hiçbir şey için geç değildir. Zamanı geri alamazsın, doğru ama tüm bu eksiklikleri gidermek için adım atabilir ve zaman yaratabilirsin… Yeni başlangıçlar için asla geç değildir…”
İç sesi burada bitmişti. Bir sis perdesi eşliğinde yavaş yavaş uzaklaşırken, kahramanımız ayağa kalktı, ellerini havaya kaldırdı ve ruhuna yeni bir ‘ben’ dolmasına izin verdi. Biliyordu ki bir dahaki iç sesiyle olan buluşmasında karşılaşacağı geri bildirimler daha yumuşak olacaktı. Aldığı kararların verdiği huzurla, yeni benliğini kuşandı, yoluna devam etti…