Kime sorsanız, elbette bilir kendini. Ergenliğimizden kalmadır bu dik başlılığımız. Hem insan nasıl bilmez ki kendini? En olmadık hayallerine tanıklık ediyoruz sonuçta. Daha ne kadar bilebiliriz, değil mi? İşin aslı kesinlikle böyle değil.
Bir gün “Kaçak Gelin” isimli harika bir yabancı film izlemiştim. Kendisine ilgi gösteren adamlarla gelişen ilişkisini evliliğin kıyısına kadar taşıyabilse de son anda o kalabalığın karşısında kendini kaybediyor ve her defasında kaçıyordu. En son bir gazetecinin yardımıyla aslında hiçbirini gerçek manada sevmediğini anlamıştı. En çok dikkatimi çeken nokta ise kadının kendini ait hissedebilmek için partnerinin davranışlarını ve zevklerini taklit etmesiydi. Yani kendisini olması gerektiği konuma adapte ediyordu. Kendisi için rezerve edilmiş yeri bulmakla ilgili bir eylem olmadan uyum sağlamaya çalışmak. İşte bizlerin tam olarak yapmaya çalıştığı şey de bu.
Yine filmden gidersek, kadın karakter her birlikte olduğu partneriyle yumurtasını farklı yemeyi sevdiğini düşünüyordu. Kimisiyle rafadan, kimisiyle çok pişmiş ve sürekli karşısındakine göre değişen bir zevk döngüsü. Kendine ait olmayan duyguları kesip yontup içine girmeye çalışırken mutlu olmayı uman bir karakter ve tabii ki de sonu hüsran. Gerçeğe dayanmayan bir kurgu sizi öyküsünün içine çekemez. Burada gerçek bir toplum eleştirisi var diyebiliriz. Çevresini saran onlarca insana rağmen kendisini o kalabalıklarda kaybedip fark edemeyen insanlara karşı. Kendisiyle hiç tanışamadan yaşamını yitirenlere karşı…
Bir yabancıyla aynı bedeni paylaşırken emanet hayatlar yaşıyoruz. Ruh halimiz otobüs durağında bekleyen bir kişi gibi. Hep bir şeylerin gelip hayatımızı değiştirmesini bekliyoruz. Sonra bir otobüs geliyor ve yolcuyu bir başka yere götürüp bırakıyor ama nafile. Yine aynı yabancılık. Evlerimize gidemedikten sonra geçmeyen bir gurbet havası içindeyiz ve bu mutluluktan çok huzurumuzla önümüzde bir duvar gibi yükseliyor. Dönüp arkamıza “Neyi yanlış yaptık?” diye baktığımızda daha iyi anlıyoruz. “Acaba” diyerek hep bir yerden başka bir yere savrulan benliğimizi yoruyoruz.
Oysa insan her bakımdan en mükemmel şekilde var edilmiş bir sanat eseri. Dünya yolculuğuna uygun beden denilen bineğe özenle yerleştirilmişiz ilk başta. Bütün haritalar, kodlar ruhun elinde. Hepsini kalp denilen çantasına koymuş, akıl denilen gözleriyle okuyup karar vermesi gerekiyor. Bu arada beden bineğinin ihtiyaçlarını da gözettin mi senden iyisi yok. Sistem karmaşık ama sen de onun bir parçasısın. Dışarıdan bir akıl değilsin. Sen okunması gereken metnin ta kendisisin.
Kendimi bildim bileli insanları incelerim. Düşüncelerinin izlerini yüzlerinden görmeye çalışırım. Bence başlamak için güzel bir noktaydı. Sonra kendime odaklandığımda bana rehberlik etti. “Ben aslında ne istiyorum?” un peşine düşmek elbette zaman aldı. Fakat her yolculuk bir adımla başlar ve çoğunlukla asıl mevzu yolda olmaktır. Hedef ise sizi savrulmaktan koruyan mihenk taşıdır.
İnternetin başında kendini kaybedenler, AVM içlerinde sıfırı tüketenler, yemeğin verdiği hazzı mutluluk sananlar, insanlardan kaçıp evlerine kapananlar… Hepsi de kelimenin tam manasıyla kendilerini kaybetmiş olanlardır. Oysa insan imar etmeye gelmişti bu dünyayı. Bir fabrikanın dişlileri gibi hepimizin bir amacı vardı.
Dışarda yürürken insanların düşen başlarını kaldırmak istiyorum bazen. Nasılsın dediğimde “Çok yoruldum,” diye başlayıp ne kadar çok temizlik yaptığını söyleyen kadının elindeki bezi alıp saklamak istiyorum. Sabahtan akşama kadar evine girmeden sokak sokak gezen adamı kulağından tutup kenara çekmek ve hepsine “Daldığın bu düşüncelerin, meşgalelerin içinde aradığını bulabildin mi?” demek istiyorum. Bulamadılar ki arıyorlar.
Oysa ait olduğun yeri bulmak, uzun yolculuklar sonunda evinin o bildik huzuruna teslim olmak gibidir. Kendinizi bulduğunuz veya ben dediğiniz o yumağın ucunu yakaladığınız zaman tüm karmaşa bitecek. Bedeniz yaptığınız işle yorulsa bile ruhunuzda bir dinginlik ve dinlenmişlik başlayacak. En güzeli ise başkalarının hayatında figüran olmaktan çıkıp kendi hayatınızın başrolüne geçeceksiniz.
Şimdi kendinizi anlamaya basit sorularla başlayabilirsiniz. O filmdeki gibi zevklerinizden, kıyafetlerinizden, boş vakitlerinizden ve hatta gittiğiniz yerlerden hangisini tek başınıza olsanız yine tercih ederdiniz? Hiç eleştiren birisi olmasa hangi rengi giymek isterdin, saçın ne renk olurdu hatta hangi işi yapardın? Hangi tercihlerini toplumun zevklerine kendini adapte edebilmek adına aldın?
Yol uzun ama manzara çok güzel. Çünkü sana özel. Öyleyse durmadan hemen başla…