Bu cümleyi kurduysanız, artık sona gelmişsinizdir. Hoş geldiniz diyemem, buraya pek de hoş gelinmez. Burası neresi mi? Burası her şeyin son bulduğu ümitlerin tükendiği yer, en ziyadesi de kabullenilemeyen bir kabulleniş çizgisi.
Daha henüz çocuktum, hatta küçük bir çocuktum. Ama öncesinde çocukluğumda önemli bir yere haiz olmuş, şiirlerime/yazılarıma, orasıyla ilgili yazdığım şiire yazılan nazirelere konu olmuş o yerden bahsetmeliyim. Orası Baba Tepesi.
Baba Tepesi şiirini ortaokul yıllarımda yazdım. Ortaokulda yazdığım şiire nazire olarak başka kalemlerce şiirler yazıldı. Yine şiirimden ilham alınarak yazışmış Türk Kültüründe Dede konulu makale de mevcuttur. Yeni yayınlanan çocuk kitabımızda Baba Tepesi, Dede Tepesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazmaya devam etmekte olduğum Bıçak Sırtı romanında yeri/konusu geldikçe yerini almaktadır. Yine çeşitli şiirlerimde kendisine rastlamak mümkündür. Nerede yazdığımı hatırlamadığım bir cümle “Baba Tepesi benim çocukluğumdu.” şeklindedir.
Baba Tepesi’nin uzantısı olan Kayapınar Köyü’nde babam ve annem öğretmenken doğmuşum ve orası onların ilk görev yeriymiş. İki buçuk yaşıma kadar oradaymışım. Bizimkilerin Çanakkale/Yenice’nin bir dağ köyü olan Doma’ya tayinlerinin çıkmasıyla birlikte birkaç yıl dağ/orman havası almışım.
Dört yaşıma geldiğimde yine Baba Tepesi kıyısı bir köy olan Ağaköy’e taşınmışız. Ağaköy’e taşındığımızda iki buçuk yaşıma kadar kaldığım Kayapınar’a, Baba Tepesi’nin kıyısından yürümek suretiyle gizlice kaçarmışım. Hatıraları sahiplenme huyum, o zaman da varmış ya da yedisinde neyse insan, yetmişinde de oymuş.
Baba Tepesi’nin bir diğer uzantısı Göktepe Köyü’ne bakar. Orası da sırdaşım olacak, benimle ilgili her şeyi bilen yol arkadaşımı edindiğim yerdir. Bir diğer uzantısı Geyikkırı Köyü’ne doğrudur. Köyle Baba Tepesi arasındaki köy merasında, ayak izimin olmadığı yer sanırım yoktur. Orada geçen bir hatıraya da önceki yazılarımdan birinde değinmiştim. Babamla gittiğim üveyik avı hikayesiydi. Ama bilmiyorum, o hangi yazıydı.
Ağaköy’e yeni taşındığımız zamanlarda, geleneksel bir tavırla sabah ezanında kalkmak suretiyle Baba Tepesi’ne mantar toplamaya gittik. Sanırım ilk mantar maceramdı ve babamla komşu oğlu Harun birlikteydik. Babamın elinde o eski zamanların büyük pazar çantalarından vardı. Tepenin nerelerinde mantar aradığımızı hâlen hatırlarım. Şapka kısmı kapalı küçük çayır mantarlarından çokça vardı. Altı pembe olanları ilk o gün kokladım ve topladım.
O mantar macerasından bir süre sonra, nasıl olduysa tek başıma Baba Tepesi’ne mantar aramaya çıkmışım. Akşam ezanı saatleri kaybolduğum vehmine kapıldım. Köyün hangi yönde olduğunu şaşırmıştım. Sanırım o da ilk kayboluşumdu ama hayatımızdaki kaybedişler henüz başlamamıştı. Neyse, Baba Tepesi benim büyüdüğüm yerlerden birisiydi. Oraya dair hatıraları anlatmakla zor bitiririm.
Bir gün, Baba Tepesi’ne üniversite kondurup etrafını tel örgüyle çevirdiler. Devlet, hatıralarıma bana hiç sormadan el koymuştu. Kimlik göstermek suretiyle giriş yapılabildiği için bir daha oraya hiç gitmedim. Bunu kaldıramazdım. Artık elimi kolumu sallayarak oraya giremezdim. Öyle ya sanki “kimim kiydi ben!” Aynı devlet, bir ara hayallerime de el koyacaktı zaten! Sonra “kimim ki ben” ler hayatımda biriktikçe birikti. Neyi kendime ait görsem ya elimden alındı ya da kendi gitti. Beni bile benden alan bir alma operasyonu, hayatım boyunca hayatımda sergilendi durdu. Öyle ya, zaten “kimin kiydi ben” Kime güvensem, neye inansam onunla sınandım ve bu saçma mekanizmanın gerekliliğini hiçbir zaman anlamadım. Çünkü saçmaydı! Kendime ait hissetmediğim ya da kendimi ait hissetmediğim ne varsa birikti ömrüme. Son inanışımsa en büyük aldanışım oldu ve inanmaya, sevmeye, ait hissetmeye dair bütün duygularımı viran etti. Hayat bana hayatım boyunca “kimsin ki sen” dedi. Öyle ya, zaten “kimim kiydi ben!”
Baba Tepesi, dört tarafı dört köye bakan bir tepeydi ve orası benim çocukluğumdu.