Kimya denilince aklınıza hemen laboratuvarlar ve ince uzun deney tüpleri gelmesin. Ben küçükken öyle sanırdım; şimdi en kalın albümde kalan siyah önlüğümü giyip okula gittiğim günlerde. Öğleden sonra okul çıkışlarında, mahallenin çocuklarıyla saatler süren yakan top ve saklambacın ardından sokak tenhalaşmaya başlayınca gözden kaybolur ve arka bahçelerden ne bulduysam -dal, kabuk, yaprak, çiçek, reçine …- toplardım. Herkes uyur uyumaz, ilk iş ev ekonomisi dersinde diktiğim beyaz önlüğü kardeşlerimle ortak kullandığımız tek kapaklı dolaptan bulup çıkarmak olurdu. Babamın boğazını temizlemek için tekrarladığı kuru öksürükler kesilince telaşla mutfağa koşar, yeni bir buluşla meşgul olmanın ciddiyetiyle gündüz topladıklarımı katıp karıştırırdım. Neymiş, icat yapacakmışım. Kimi zaman en güzel kolonyayı, nar çiçeği, limon, tarçın ve bal ile karıştırıp birkaç gün bekleterek, kimi zaman da en etkileyici parfümü çam kozalakları, reçine, kurumuş çalılar ve kabuklar ile kaynatıp süzdürerek üretmeye çalışırdım. Bulanık sıvılarla dolu irili ufaklı cam kavanozları bir sepetle divanın altına sürerdim. Sabah okula gitmeden, etek uçlarından toparladığım örtüyü bir elimle tutup, diğer elimle şişelerden birini alır, kapağını açıp kontrol ederdim. Aradığım odunsu kokuyu bir türlü bulamamanın neticesinde, iyice demlensin diye tekrar ağzını sıkıca kapatırdım. Evin dip köşe temizliğine kadar süren bu testlerim, daha ben “Anneee…” diyemeden, “Alerjimi azdıracaksın yine!” cümlesiyle birlikte lavabonun içinde yüzen garip renklerin ekşimtırak vedasıyla sonlanırdı. Ta ki bir başka denemeye kadar.
Liseye geldiğimde teorisiz pratiğin işe yaramayacağını kavramış olmalıyım ki, durum daha vahimdi; kimya öğretmenimiz, sınav kağıdımdaki reaksiyonların üzerlerine çizikler atıp yanlarına koca sıfır yazınca içimden; “Siz göreceksiniz bir gün onlar dilden dile konuşulacak!” gibi beylik laflar ederdim. Öyle bir şey de olmadı. Ne icadı, ne mucidi. İçimdeki açığa çıkmayı bekleyen tepkimelerin yoğunluğundan olsa gerek, takmıştım kafayı kimyaya. Burnumun direkleriyle bağ kuran ağır kokulara aldırmaksızın “Evreka! Evreka!” diyecek kadar. Evet, evet doğru duydunuz, her şeyin ama her şeyin kimyasal maddelerden oluştuğunu ve bunların kendi aralarında etkileşim halinde olduğunu, ben buldum diyecek kadar…
Kabul, bunu ben değil, meslektaşlarım buldular. 19. yy.’ da Dimitri Mendeleyev’in keşfettiği periyodik tabloyu, kimya dersinden az çok hatırlıyorum diyenler olabilir aranızda. Saf su kadar berrak olanlar hariç (!) herkesin içeriğinde sayısız kimyasal madde, türlü türlü moleküller vardır. Yani oksijen, hidrojen, karbon, kalsiyum, magnezyum ve daha birçok kimyasal elementi ağırlarız bünyemizde. Vücudumuzun %65’inin oksijenden oluştuğunu bilenler de çıkabilir. Olmazsa olmazımızdır oksijen. Ve ona gönülden bağlı hidrojen. Onlar yoksa; hayat biter, hepimiz biteriz.
Polikarbon nedir, amonyum sülfat nasıl üretilir gibi detaylar her ne kadar zihnimden buhar olup uçsalar da, hayatın kimyasının oksijen kadar sıradan ancak ferahlatıcı, hidrojen kadar uçucu ama bir o kadar da yakıcı olduğunu iyice kavramışımdır. “Hayda, bu sonuca nasıl ulaştın yahu!” diyenlere şöyle açıklayayım: Hayatın kimyasıyla meşgulüm bir süredir; banyo terliğinin kafama çarptığı o günden beri…
Dostlukların hangi bağlarla kurulduğu: İnorganik mi organik mi? Gerçek dostlukların katalizörünün ne olduğu? Sürdürülebilir iletişimin beş bilinmeyenli denkleminin nasıl çözüleceği? Karşılıklı kurulan cümleler reaksiyona girdiğinde nasıl bir enerji açığa çıkardığı? Enerjileri negatiften pozitife dönüştürebilme olasılığımızın yüzde kaç olduğu? Şeffaflık denilen etik tutumların arkadaşlıklarda temel bileşen olabilmesi için gerekli ortam sıcaklığı ne olmalı? Yüksek ya da düşük ısılarda şeffaflık neye dönüşür ve neden? Düşük sıcaklıklarda sevgi donma tehlikesi ile karşı karşıya kalır mı, kalırsa ivedilikle nasıl bir çözüm yoluna gidilmeli? Sevgiyi bir bileşen olarak görürsek, bunu meydana getiren elementler neler? Bu elementlerin sevgi bileşenini oluşturabilmesi için gerekli olan ortalama sıcaklık nedir? Muhabbete aşırı dozda sevgi ya da mor ötesi şefkat yüklesek katkısı olur mu dönüşümün hızlanmasında? Ve buna benzer yüzlerce soru beynime çengel atmış durumda…
İçsel tepkimelerden midir bilinmez, kendimi hayatın kimyasını gözlemleyip analiz ederek icra etmeye adadığım, görüldüğü üzere aşikârdır. Hayat beni kimi zaman asiditesi yüksek, sirkeyi andıran sıfatlarla karşılaştırsa da, hatta bazen her tartışmada ne yapıp edip yağ gibi üstte çıkanlarla yüzleştirse de, yine de yılmadan azimle analizlerime devam ederim. “Kimya, iş başına!” diyerek PH değerimi nötrler ve ruhumu rahatlatırım. Kaleme kâğıda sarılıp ne asitliğin yakıcılığından şikâyetçi olurum ne de bazikliğin soğukluğundan. İşte budur derim; “Mutluluğun kimyası olmasa da hayatın kimyası bu olsa gerek!”
Arada bulduğum küçük formüller de olur elbette. Onları naçizane şiirlerimle yaşatmaya gayret ederim. Bazen lodoslu dalgaların arasında sıkışıp kalmanın etkisiyle yoğrulmayan yetişkinliğe atıflar yapan bazen öğrenme aşkını tepkimeli reaktörle buluşturan bazen nezaketi domino etkisiyle sürükleyen şiirsel icatlarım (!) olmuştur. Okuyanlar bilir… Kimya hocamın okuyup okumadığına dair henüz bir geri bildirim almadım. Aman laf aramızda, kulağına gitmesin. Sıfır kotam doldu da! Artık mini mini birlere geçmek istiyorum.
Geçebilir miyim? Geçebilirim! Geçtim…
Sahi ben ne zaman mezun olmuştum. Yok ya ne mezun olması, daha birinci sınıftayım.
Tebrikler ablacığım 👏👏👏👏👏
Harika bir yazı olmuş 🙂
Yaşadığın ev ve aileyi bildiğim için hikayeyi sadece okumadım yaşadım aslında…yıllarca aynı evde uyuyup aynı sofrada yemek yedik fakat neden kimya mühendisi olduğunu bunu okuduktan sonra anladım.yine harika bir yazı 🙏
Ne kadar samimi, ne kadar içten bir yazı. Tebrikler. Ben de eskilere gittim. Bir yazı kendi hayatını düşündürüyorsa, en doğru yere ulaşmıştır bence. Selamlar, Sevgiler.