Yürüyordum… Beynimin dönen çarkları zonklayan bir baş ağrısına çarparak dişlilerin arasında kırılıyordu. Yürüyordum… Anda kalmanın hazzını tatmak öylesine güçlü nüksetmişti ki derin derin çekiyordum havayı içime. Soluk aldım, nefes verdiğimde ise bir düşünce kemirmeye başladı zihnimi. Cüzdanım neredeydi acaba? Hani kırmızı, küçük… Unutulmuş muydu, çalınmış mıydı, bulunduğum yerdeydi de fark edemiyor muydum? Arkama da birinin elini hissettim. Güçlü bir araba kornasıyla irkildi o an ruhum.
– Dikkat edin lütfen! Gelen arabayı görmediniz mi?
– Fark etmemişim, dedim.
– Hayata bir kere geliyoruz, unutmayın.
– Teşekkürler.
Ben biraz önce ölüyor muydum? Merakım kaskatı kesilerek soğukluğuma büründü.
Ölmemiştim ve yürüyordum. Tek ve biricik olan hayatın üstünde idim. Çok fazla gezmiyordum halbuki, hangi gaflet sarhoşluğunda kaybetmiştim?
Kaybetmek ne de hoş bir kelime. “Kazancın varmış demek ki” dedim kendi kendime. Oysa yoktu. Sadece kazanmadan kaybettiklerim vardı.
Bir de kimliğim. Verilene duyduğum güvencem ile teslim ettiğim..
Birden bir kuş uçtu. Kanatları pervane ürpertisinde dokundu. O güneşli havada titredim. Anda olmak ne kadar da güzeldi. Ben o uçuşu hissettim. Halbuki yine yaşıyor değildim. Gözlerimi yerden kaldırmam bir şans eseriydi. Yerden göğe doğru bakışlarımı çevirirken, yukarıya doğru adım adım yükselen bakışlarım ile bir uçurum korkusunda kendimi buldum.
Yol başka istikamete yönlendiriyordu beni.
Hıyabanlı yol ne de güzel nefesler barındırıyordu içinde. Üstelik güzergah nereye çıkarsa çıksın ben bu yolu seçer gibiydim. Öyle ya yürüdüğüm tüm yollarda, geçtiğim tüm meskenlerde böyle bir yer bulur, kaçar saklanırdım adeta. Farklı şehirlerde farklı suretlerde de olsa hep bir ağaçlık yol buluyordum kendime.
Kimi zaman melodi kimi zaman doğanın esintisi en buyuk yol arkadaşım oluyorken mutluluğundan hiç vazgeçmiyordum. Denizimi de içimde dalgalandırıyordum rüzgarlar ile. Fakat şimdi kıpkırmızı bir gölete bürünmüştü zihnim. O dar sokaklarda o küçük yerlerde yürürken hep elimde o kırmızı vardı.
Cüzdanı diyorum işte. Otobüs kimliğim, öğrenci kimliğim, şahsi kimliğim, metro kartım, kredi kartım hepsi ondaydı. Ne çok ihtiyaç. Ne zorunlu ihtiyaç… Ne fazla rol ne farklı şahsiyet…
Muhtemel ki evin bir köşesinde, ya da montumun cebinden çıkacaktır yine.
Olur olur. Daha önceki kayıplarım gibi kaybetmeden arayışlarım gibi. Olur ya gözünüzün önündedir aradığınız her ne ise, ya da delinmiş bir ceket cebinin derinlerinde.. Çıkar bir yerden koşturmacayla doldurulan çantalardan, hızlı hareketlerde el altına koyuşlardan.
Bilinçsiz bir sarhoşlukta salınır gibi geçen zamanlarda bir yer, emaneti saklıyordur. Olur böyle şeyler.
Yürüyordum. Zemini titreten topuklu ayakkabılardan, kimliği üstüne çeken resmi kıyafetlerden, iddialı dokunuşlardan uzak. Bir pamuk dokunuşu gibi hafif temaslar ile sokakları adımlıyordum.
Oysa o huzurun hiç tam anlamıyla hakkını verdiğimi düşünmüyorum.
– Mırr, hırr.
Yine irkildim iste. O kediyi görünce. Ne de hızlı hareket ediyorlar sanırım onlar da saklanıyorlar.
Kendi korkum ürkütmüş olmalı 4 tane yavrusu olan anne kediyi. Kalbim kısa ve hızlı atışında kedinin o sesi ve görüntüsü tüylerimi diken diken yapmıştı yine.
‘‘Düşüncene odaklan hadi odaklan asıl mevzun kedi değil kurtul bu andan.’’
Olmuyordu işte, hiçbir an beynimden çıkmayan şimdi yanımda değildi. Bir uzay boşluğunda yıldız olmamış hüviyetimle boşluğu aşmaya çalışıyordum. İzimi kaybettirene kadar koşar adımlarla yürüdüm. Bembeyaz yüzü, yeşile çalan gözleri ve ağzını açtığında pembe dili gözümün önünden gitmiyordu şimdi. Sesler mi önce kaybolurdu yoksa görüntüler mi? Düşüncemi ancak bir korku susturmuştu. Atlattım.
Bunu da tek başıma atlattım dedim kendi kendime. Birçok şey gibi. Öyle ya sessizliğin sesine alışkın kulaklarım tabiatta ilk insan gibi hissediyordu şimdi. Üstelik artık bir de kimliksizdim doğaya bırakılan bebekler gibi. Ben ise küvezde kalmıştım. Adım bir kartın üzerinde belliydi. Uzun zaman olmuştu. Uzayan zaman ne değiştirirdi halbuki. Güvenmiyordum işte belki de güvenemiyordum. Ne yola, ne isteklerime ne de yoldaşa.
Yoldaş demişken ah tabi ya onlarda oradaydı işte. Küçük küçük suretleri teknolojiyle kirlenmemiş mutlulukları, yine güvenle verilen hatıraları. Artık onlar da yoktu. Aman diyorum bazen ne cüzdanmış (!) Dünyalar sığmış içine de tüm kaybın ondanmış. Ne de çok saplanıyorsun düşüncene oysa kontrolü bırak . Bir şekilde çıkar bir yerden yay gibi gerilmişsin aynı yerde. Bırak artık. Hisset bak rüzgar hafiften esiyorken acele zamanların içinde kaybolmuyorken fark etmeyi seç biraz.
Oysa ben yalnızca yürüyordum. Yürüdükçe uzuyordu yol. Aynı yerleri adımlayıp aynı arayışlarda, tek bir yolu tekrar tekrar gider gibi. Ne seçiyordum ne tutuyordum ne istiyordum ne de vazgeçiyordum. Artık yorulmuştum. Yorgunluk diyordum halime bir yaşama sancısında kıvranmak. Ben nerede kalmıştım, nerede vardım, hayat üstümden geçerken izliyor muydum, yoksa bu da bir yaşam mıydı?
Hayat da böyleydi galiba. Aynı kaderin üstünde daimi ilerlerken sürekli bir cüzdan arayışında kalmak bir güvence, kimlik, mutluluk ama arayış. Halbuki yaşanmıyor muydu yürürken, izlerken, anlarken, düşünürken… Neydi ki yük diye görülen, eylemsiz hallerin içinde debelenen? Bir şekilde sıyrılmıştım işte. Artık her halimle yoldayım. Nefesim oldukça, güneş doğdukça.
Düşüncemin rengine bürünüyor yol oysa aklın renklerinden de güzel bu yol. Boyacı ben değilim. Ancak durduğum soluklandığım anlarda yürüdüğüm yerdeyim.
Yolda olmazsan işte o fena.