Her şey gibi yazma eylemi de küçücük bir niyetle başlar. Kâğıda ekilen tohumdur bu. Kimi salkım salkım paragraflarla üzerlerine rengârenk kelebekler konan ütopik bir hayale, kimi yüksek rekabet hırsıyla beslenmenin mükâfatı olan ‘şansı yaver gidenler’ rafında havalı pozlar veren bir kitaba, kimi akraba ya da arkadaş ziyaretine gidilirken çantada taşınan bir armağan paketine, kimi ise baskı yüzü dâhi görmeyip çekmeceyi dolduran müsveddelere dönüşür. Her niyetin yolculuğu farklıdır. Bunu iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış şeklinde kategorilere ayırıp yazmaya dair bugüne kadar açıklanmamış bilgiler ileri sürmeyeceğim. Ya da dönüşüm yolculuğunun yaşam eğrisini çizerek süreç analizi yapmayacağım. Her şeyde bir bityeniği olabileceği varsayımıyla kafama ara ara takılan bazı hususları seninle paylaşacağım. O kadar…
Haklısın kafan biraz dağıldı, farkındayım. Şimdi sana, toparlamana yarayacak iki basit soru soruyorum.
- Acaba yazdığım kitap satar mı?
- Acaba yazdığım kitap okuyucuya bir değer kazandırır mı?
İlk soru oldukça anlaşılır; “Acaba yazdığım kitap satar mı?” Bu bir niyet tohumu. “Kitabımın satılması niyetiyle yola çıkarsam, hedefe giden yol bana mutlaka görünür mü?” şeklinde sorabilirsin soruyu. Biraz daha düşünüp şöyle de sorabilirsin; “Kitabın bir kültür taşıyıcısı değil de ticari bir kaygı ürünü ya da makine ürünü olarak görüldüğü çağımızda, bir yazar olarak kitabımı yazarken her satırını dayanıklı tüketim malzemesi olarak değerlendirip bu doğrultuda mı gerekli düzenlemeleri yapmalıyım?”
Şu an söndü sönecek cılız bir mum eşliğinde sorduk bu soruyu. Artık spotları yakmanın vakti geldi! Ne alaka, diyebilirsin. Taktir edersin ki, bir şeye mum ışığıyla bakmak ile üzerine spot ışıkları tutarak bakmak arasında dağlar kadar fark vardır. İlkiyle etrafta olup bitenleri ve engelleri açık seçik göremezsin. Hedefe giden yolda, görüşün net değilse, yol türlü oyunlar oynar, hem de görünmezlik kılığına gire gire.
Şimdi bir bityeniği ile devam edelim. Neden her kitabın yolculuğu bir kitabevinin raflarında son bulmaz. Okurdan çok yazarın olduğu rivayeti dolaşır ortalıkta. Hal böyleyken yazılan kitap sayısı okunan kitap sayısından çok fazla olmalı ki, her yeni çıkan kitaba rafta bir yer sunulmaz. Bazı yayınevlerinin kitapları bu şansa sahip olabilirler. Bazı ile; satış ağı geniş, en iyi, en güçlü, en aktif, en büyük pazara sahip vb. ifade edilmektedir. Kitap basımı ile ilgili neredeyse tüm materyallerin ithal olması ve tedariğinde sıkıntıların yaşanması, bu kapsama giren yayınevlerinin ince eleyip sık dokuduğu bir kumaş haline getirmiştir kitapları. Madem rafa girmeyecek kitabım, o vakit niye uğraşayım aylarca kitap yazmak için diye düşünebilirsin. Telaşlanma! Kitabın basılır, sıklıkla yeni yazarların ödediği baskı maliyeti karşılığında, tanınmamış ya da küçük olarak nitelendirilen yayınevleri tarafından. Satışa da sunulur, internet mağazalarında. Eğer sosyal medyada bir okur çevresine sahipsen, kitabın cüzi adette de olsa satılır. Aksi taktirde, ilk paragrafta da belirttiğim dönüşüm yolculuklarından olan akraba ve arkadaş ziyaretlerine taşıdığın armağan paketine girmiştir çoktan.
“Her bir kitabevi, bir halk kütüphanesi kadar devasa olacak da yeni yazarların ürettiği kitaplar raflarda yer bulabilecek” gibi bir düşünceye sahip olabilirsin, eğer bir yazar adayı değilsen. Haklısın. Ama unutma, endüstrileşme sadece yazarı değil okuyucuyu da serbest bırakmıyor. Şu yazarlar mutlaka okunmalı, yazdıkları baş ucu kitabın olacak, hatta sihirli bir değnek misali hayatını değiştirecek gibi iddialı taktiklerle okuyucular belli yazarları takip etmeye yönlendirilir. Paranın sanatı bulandırdığı bir dönem mi demek daha doğru olur yoksa piyasayı ele geçiren nitelik kaybına uğratılmış modalaşma mı? Neyse bir bityeniği daha deyip spotları biraz kısalım. Gözümüzü aldı. Kafam da biraz kaşındı, bityeniklerinden olsa gerek!
Konuya dönelim tekrar. Farz edelim ki, sen bir yazarsın ve kitabın bir kitabevinin rafında yer buldu. Sanma ki, uzun süre orada mutlu mesut akranlarıyla yaşayacak. Stratejileri, satılan kitapları raflarda tutmak, diğerlerini yayınevlerine ya da yazarlara geri göndermek olan bir dağıtım ağının üzerinde tutunabilmek o kadar kolay değildir. Ne yazık ki bir kitabın rafa girmesi, uzun yıllar boyunca orada kalabilmesi ve farklı dillerden okur kitleleriyle buluşması için iştahlı bir pazarlamanın reklam aracı olması gerektiği aşikardır.
Konu biraz dağıldı, toparlayalım. İlk soru diyorduk, “Acaba yazdığım kitap satar mı? Yazar adayı isen, yazma sürecinde kitabının satılıp satılmayacağını aklına getirmen muhtemeldir. Hatta, sormakla yetinmeyip bunu bir niyete dönüştürmen de. Amma velakin, öyle bir gün gelir ki, kendi kendine sorduğun soru birden şuna dönüşebilir; “Bu kitabı, ben mi yazdım?” Okkalı bir yumruk yemişçesine vereceğin yanıt seni afallatabilir. Zira kendi nefesin ve soluğundan çok farklı tınıların da satır aralarına serpiştirildiğini fark etmişsindir. “Ektiğim tohuma ne çok yabancı bileşen karışmış” hissine kapılırsın. Kendini kötü niyetli, çirkin fikirli ya da yanlış yolda gibi de düşünebilirsin. Sakin ol… Başta da söylediğim gibi her yolculuğun dönüşümü farklıdır. Eserinin tanınmaz hale gelmesi, sana ait olması hissinden tamamen kopuş ve gölgesinde çok farklı izlere (para kazanmanın yolunu iyi bilen akıl verenlerin ya da yön verenlerin parmak izleri gibi) rastlanması olağan durumlardır.
Yukarıda sıralamaya çalıştığım hususlardan sonra, gördüğün üzere, spot ışıkları sonuna kadar açmak elzemmiş. Şaşırma ama ben kapatıyorum, hatta mumu da söndürdüm. Azıcık mola. Hiç boş kâğıt kalmamış da! Ortalık dargın müsveddelerle dolu. Konuya güzel tarafından bakalım, kaşıntım azaldı. İyi geldi yazmak, şifa niyetine. Şimdi toparlama vakti. Çekmece hayli kalabalıklaşmış. İkinci soru işaretine değinecek yer kalmamış…