Bu ayki yazımı çok farklı bir yazı türüyle sizler ile beraber olmak istedim.
Yaşanmış bir hayattan esinlenerek kaleme aldığım bir öykü. Öyküyü okurken bizleri ruhumuzun derinliklerine götüreceğinden hiç şüphem yok. Nice hayatlar bir hiç uğruna zindan köşelerinden heba olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz. Sözü öykümüze bırakalım…
“KOLTUK PARASI”
Ranzada uzanmış elindeki fotoğrafa hasretle bakıyordu. Mahpushaneye gireli bir yıl olmuştu. Genç karısı çocuğu doğar doğmaz, oğlunun fotoğrafını kocasına göndermişti. Doya doya öpüp kalbinin üzerine koyduğu fotoğrafla çocuğunun ve eşinin kokusunu içine çekiyordu.
Her soluk alışında karısının, her soluk verişinde de fotoğraflarıyla yetindiği oğlunun adını sessizce bu dört duvar arasında boşluğa haykırıyordu. “Erkekler ağlamaz mı?” Gel gör ki, hiç yoktan inşa ettiği kör talihine yanan yüreği O’nu, tutamadığı gözyaşlarıyla sanki ansızın bastıran sağanak yağmurun meydana getirdiği güçlü bir selin içinde boğuyordu.
Mahpushanenin soğuk gri havasıyla hiddetlenen acıları yaşarken, bu acılara neden olan “bir koltuk takımı”nı almak için kaderini ördüğü beklenmedik sonun ruhunda açtığı tahribatın altında kalıyordu sürekli. Pişmanlık mı? Hayır! Pişmanlıktan öte, kimsenin tanımlayamayacağı kadar ağır bir yükü, “suçlu olmayı” taşımaya çalışmak elbette içindeki fırtınanın yıkıcı gücüyle onu büyük bir mücadeleye sürüklüyordu.
“Özgürlüğünün esarete dönüşmesine değmiş miydi?”
Sürekli bu soruyu soruyor ve öylece dalıp gidiyordu.
Karısından gelen fotoğrafı göğsüne bastırırken mahpushanenin kapısını O’na açan uyuşturucu trafiğinin içine nasıl düştüğünü düşünüyordu aralıksız. Gerçek sevginin sağladığı birlikteliğin aslında kaçırılmaması gereken mutluluğun ta kendisi olduğunu ise tutamadığı gözyaşlarının içine saklanmış “suçlu” değil “masum” duyguları anlatıyordu ona.
Karısını çok seviyordu. Bir gün komşularına giden karısının eve geldikten sonra komşularında gördüğü ve çok beğendiği oturma takımına benzer bir mobilya istemesiyle yolun ayrılık ve özlem yüklü rotası farkında olmadan onlar için çoktan çizilmişti bile.
Kıt kanaat geçindiklerinden, karısına yeni bir koltuk takımı alacak maddi olanakların yoksunluğunu çekiyordu.
Karısına olan sevgisi onu, karısını mutlu edecek bir çözüm arayışına sokmuştu. Arkadaşlarıyla konuşuyor, bir çıkış yolu arıyordu. Sorunlarını paylaştığı yakın bir arkadaşının teklifine daha fazla direnemeyerek, oturma odalarını süsleyecek o koltuk takımı karşısında karısının sesinden duymayı düşlediği sevinç çığlıklarına çoktan teslim olmuştu. Kazançlı bir alışverişe benziyordu. Arkadaşının talebini yerine getirdiğinde, koltukların ücreti de arkadaşı tarafından karşılanacaktı.
Arkadaşı sadece bir kez yaptığında hiçbir şey olmayacağı konusunda O’nu ikna etmeyi sevgili karısının mutluluğu üzerine oynayarak başarmıştı.
Soğuk kirli duvarlarına sırtını dayadığı ranzasında, gözkapaklarını aralayan yaşların çağlayanı yanaklarından kulaklarına doğru süzülürken, adım attığı bu geri dönülmez yol, hayatında bir koltuk takımının ücreti için 16 yıllık esaret günlerini başlatan koca bir gedik açıyordu. Dile kolay!
Bir ara, göz yaşlarının sis perdesini zorlukla kaldırmayı denemiş, sevdiklerine ait kokusu taze fotoğrafa bakarken çok daha eskilere gitmişti. Yaşadıkları bir filim şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyor, parasızlığın ve açlığın dinmeyen sızısı ile kavrulan büyüme sürecindeki bir çocukluğu anımsıyordu.
Karısını ilk gördüğü günü hatırlamıştı.
Gündelik işlerde çalışıyor, hayatına tutunmak için, bir boyacı ustasının yanında çırak olarak boyacılık mesleğine ilk adımlarını atıyordu.
Karısını boyadığı bir evin karşısındaki komşu evin balkonunda görür görmez hiç tanımadığı duyguların şiddeti karşısında çaresizce debelenmişti. Göğüs kafesinden fırlayan yüreğindeki heyecan O’nu yüksekten boşluğa bırakmıştı bile çoktan. Avuçlarının içi terlemeye başlamıştı. Dizlerinin dermanını kesen bir karşı akımın gücü onu yere sererek nakavta zorluyordu adeta. Hayatında hiç yaşamadığı duyguları yaşıyordu.
Bu kısa ama ani bir çarpışma durumundan ustasının sesiyle kendine gelse de, aklı gördüğü bu kızdaydı.
Yıldırım aşkı dedikleri şeye mi tutulmuştu? Genç kızı zihninden, gönlünden çıkaramaz olmuştu.
Artık her anında boyadığı evin karşı balkonunda göz göze geldiği bu kızın evinin olduğu sokak O’nun yeni meskeni olmuştu.
Sevdiğini nasıl söyleyecekti? Genç kız ona karşılık verecek miydi ?
Onu öyle seviyordu ki kaybetme korkusu ölümden bile ağır geliyor, aklını, yüreğini, benliğini genç kıza duyduğu güçlü duyguların iradesine bırakıyordu.
Sonra, ailesiyle geçirdiği zamanları düşünmeye başlamıştı. Annesi, babası, kardeşleri…
Babası o dünyaya gelmeden önce evi terk etmiş, annesini dokuz çocukla baş başa bırakmıştı. Evin tüm sorumluluğu annesinin omuzlarına yüklenmişti. Komşulardan ve yakınlarından onlara yardımlar yapılıyordu ama yeterli olmuyordu. Kendisinin de dünyaya gelmesiyle annesinin yükü biraz daha artmıştı. Annesi evlere temizliğe giderek çocuklarının geçimini sağlamaya çalışıyordu. Derme çatma iki gözlü bir evde tam on can birlikte hayat mücadelesinin girdaplı sularına atılmışlardı. Dört ağabeyi, beş ablası vardı. O’da yavaş yavaş büyümeye başlamıştı.
15 yaşına geldiğinde annesinin yıllarca taşıdığı onca ağırlığın kurtulma içgüdüsünü yendiği amansız bir hastalığa yakalandığına tanık olmuştu. Akciğer kanseri! En büyük ve önemli varlığını da çok geçmeden kaybetmişti. İki gözlü yıkıntı evde sadece kendisi kalmıştı.
Ablaları evlenmiş kendi hayatlarının peşinden giderken, ağabeyleri ise onlardan ayrılarak kendi düzenlerini kurmuşlardı.
O da kendi yolu üzerindeki taşları temizlemeye, çocukluğundan beri özlemini çektiği sıcak bir yuvada yeni bir yaşam inşa etmeye çalışıyordu. Belki de annesinin hak ettiğini düşündüğü ama yaşayamadığı mutluluğu, babasının veremediği mutluluğu, karısının şahsında annesine adamak istiyordu…Böylece yüksek sesle hiç dile getirmediği bir borcu, karısını mutlu ederek annesine gecikmeli de olsa ödeyecekti. Ama olmadı!
Koğuş arkadaşının “çay hazır” diye seslendiğini duyarak dalmış olduğu düşüncelerden bir an için sıyrılmıştı. Uzanmış olduğu ranzadan doğrulmuş, elindeki fotoğrafı yastığının altına nazikçe iliştirmiş, kendi kendine söylenerek demli bir çayın buruk ve tutsak tadına doğru ağır ağır yürümüştü.
Bir koltuk takımına 16 yıl değdi mi? Ya sevdiklerinin hasretini yaşamaya, çocuğunun kendisine ihtiyacı olduğu bütün anları kaçırmaya ve onları yalnız bırakmaya!!! Değdi mi?
Kader rüzgarın önünde uçuşan bir tüy misali mi, yoksa insanın iradesine bağlı bir durumdan mi ibarettir. Bu ikilem içinde insanlar gidip gelmeye devam edegelsinler.
Bizde yazınızı burada sonlandırıp, bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle…