Duruyordu… Başıboş, anlamsız ve donuk… Bakışları, tüm hayat sahnelerini bir bir süzüyordu. Hayretle rengarenk olan balonlara odaklanmıştı. O an, balon satan bir amcanın sönük hayat gayesinden israf edilen bir hayatı okudu.
Neden sürekli bir hayret duygusu taşıyordu? Bu hayatta şayan-ı hayret bir manzaradan söz edilebilir miydi? Dünyaya ilk ayak basılan günden itibaren o yıllardaki hayranlık, tüm hayat boyu korunabilir miydi?
O, köşede hayal satmadığını bilerek yaşamını tüketiyordu. Herkes gibi mekânlara bölünerek her yere rengarenk balonlarını götürmeye devam ediyordu. Oysa en az hayal kadar mutluluk taşımalıydı. Davetiye bırakmalı, şirinlik yapmalı ve neşeli olmalıydı.
Balonları alacak çocuklar böyle değil miydi? Ve hayat, özellikle çocukluğumuza sahipken bu kadar güzel değil miydi? Küçükken, yani yaşam doluyken, tanıdığımız insanlar “mutlu” görünüyordu. Oysa onun tek bir rengi vardı: Küllü gri. Sevinci bileğine pranga olarak dolamış, yavaşça olduğu yerde çömeldi. Ağzından dumanlı küfürler çıkıyorken, buruşuk yüzü ekşimiş çürük elmaları andırıyordu.
İnsan, aynı sokakları kaç farklı gözle adımlayabilirdi? Her gün aynı yerde duran kaç farklı kişi olabilirdi? Farklı bir bakış açısına kaç mevsim sonra ulaşır ve her anın tadını çıkarmayı zamana hediye edebilirdi?
Hayat sahnelerini izlemeye devam ediyordu… İyi veya kötü başımıza gelen tüm olaylara rağmen, tabiat o özel mevcudiyetini korumayı başarmış, her bir nazarın kimliğine bürünerek onun dilinden her insanla ayrı ayrı konuşuyor, her bahar yenilenen renklere ve biçimlere yeniden bakarak tabiat daima yeni bir hikâye anlatıyordu.
Ancak bir tek karamsarlığa hiçbir düzenin içinde rastlanmıyordu. Bozulmasına rağmen, tüm zamanların farklı kuşatmalarına bürünerek her mevsim başka dilden konuşmasına rağmen ve her ana yeniden şahitlik ediyor olmasına rağmen, bir kere olsun kendi fıtratına ters davranmıyordu.
Onları daima bu mükemmellikte yaşatan neydi? Biz her nefeste yenilenerek yaşarken, çiçeklere can suyu olan bahçeleri donatarak her bir bitkiye nefes olan yaprakların fotosentezi, nefes alıp vermesi değil miydi?
O an anladı ki mükemmellikten kastedilen, aslında sadece insanların ve tüm yaratılmışların fıtratına uygun bir davranış sergilemesiydi. Aranacak veya bulunacak bir şey olmaktan ziyade, herkesin içine serpiştirilmiş yıldız tozları gibi ana kaynağı bizim nefesimizde var olan bir zenginlikti.
Hayat, her zaman farklı manzaralar göstermeye devam ediyorken, insanların ümitsizce dünyadan elini eteğini çekmesine bir sebep bulamıyordu.
Yorgunca çömeldi. Merakını daha fazla susturamazdı. Sözcükler dilinde patladı:
— Gerçekten mutlu musunuz? Balonlarınız kadar renkli bir hayata sahip misiniz?
— İnsan bir hayata sahip midir? Sadece bir dünya üzerinde yaşıyoruz.
Bu dünyada bir bekleme salonundaydı. Daima bekliyordu. Beklemek durmaktı. Durdukça içten volkanlarla çağlamak… O da durmuştu ya da durdurulmuştu. Bütün sorgulamaları, enerjiyi körelten bu düzeneydi. Belki de hayatta demlenmeyi bekliyordu.
Her nefeste bir seçim yapması gerekiyordu. Üstelik kendi isteklerini seçerse hayatta sessizleşerek kısıtlanmayı da seçiyordu. Onu yok eden fikir dünyasının içinde bir boşluğa çekiliyordu.
Bir değişim ülküsünün peşindeyken, bu değişimi çevreye ve ortama bağladıkça eksiliyordu. İnsan “Neyi arıyorsa o” değil miydi? Ancak yaşamayı bir arayışa ve bulmaya odaklı bir çaba olarak niteledikçe; insanlar için, başarı için, “en” olmak için veya özenilmek için çabalayan yorucu bir savaş halini alıyordu.
İşte bu kısır döngüyü fark etmek ve döngüyü kırmak için de durmak gerekiyordu. Sınırlanmış beynin olaylara takılı kalması, onu da hapseden bir hal alıyordu. Ta ki fark edene kadar… Bunun için duruyordu. Hayatın durdurulmasına izin vermemek için tekrar ayağa kalkana kadar durmayı tercih ediyordu.
Ama bu sadece bir tercihten ibaret değildi çünkü zor bir seçimdi. Hep yeni başlangıçların zorluğunu yaşayan biri için hayata fren çekme deneyimini ilk defa tecrübe ediyordu. Çünkü bir tamamlanma için hem çok hızlı gitmek hem de ani fren yapabilmek gerekiyordu.
Hayatın kontrolünü eline almak, insanı en özgür hale getiren yegâne şeydi. Oysa mekân ve zaman kıskacında olan insan, özgürlüğü sadece o mekân ve zamandan sıyrılmak olarak nitelendirdiğinde hayatın sonsuz çeşitliliğini sınırlandırmış olmuyor muydu?
Bu kontrol, özgürlüğü bile durdurulmuş, anlamından feragat etmiş bir hale sokuyordu. Zamanı saatlerle sınırlayıp sonra da daimi bir yetişme telaşı içinde yaşamanın kolay tarafı neydi?
Bir çalışma rutinindeki insan neden mesai bitimini gün bitimi sayar? Rutinleşen hayatı alışkanlıktan ayıran en öldürücü noktası da buydu. Hayatı bir mesai ile sınırlandırmak, yani özgürken bile durmak veya durdurulmak.
Tam o anlarda karşısına çıkan söz onu bambaşka bir yere doğru sürüklüyordu. Okuduğu bölümü yaşayarak anlama zamanları gelmişti.
“İnsan ancak oyunu oynadığı zaman tam anlamıyla insandır.” Sözünü gördüğünde okumaktan düşünmeye geçişi başladı.
Kuralları belirsiz bu hayatın birer oyuncusu olarak insan, her daim yeni bir rolü deneyimleyecekti.