Mesaiye kaldığım bir günün sonuydu. Yorgun zihnimi toparlamaya çalışarak gece karanlığında dar bir sokakta yürüyordum. Sessizliğin içinde yankılanan topuk tıkırtılarım bulunduğum konumu ele veriyordu, gittikçe daha telaşlı ilerleyen, daha da ürkek adımlardı bunlar. Güneşin yokluğunun ardındaki izleri silip gitmesiyle birlikte egemen olan puslu hava resmin arka planını perdeliyor, hayal gücümün uydurduğu kötücül güçleri gizleyen bir rüya evreninin eşiğinden geçtiğimi hissettiriyordu. Sis her adımda hâkimiyetini biraz daha arttırıyordu. İnsanı ruhlar âlemindeymişçesine bir gizemle sarıp sarmalıyor, bu haliyle tıpkı bir korku filminden fırlamışçasına bir tablo çiziyor, algılarımda ve zihnimde bambaşka etkiler bırakıyordu. İki adım sonra korku kuyularının içine düşüp yuvalanacak mıydım, eteğimin ucunu çekiştirecek miydi üç harfliler bilemiyordum.
Hortlaklarımı uyandırmadan, evhama kapılmadan çeki düzen vermeliydim kendime, başka şeylere odaklanmak bu konuda bir kurtuluş olabilirdi. Bunun için zihnimde günlük hayata ve kendime dair bir takım endişelerle uğraşmayı yeğledim. Bir yandan otomatikleşmiş hareketlerle yıllardır arşınlamakta olduğum yolları tekrar kat ediyordum; aynı köşelerden dönüyor, kaldırımın aynı tarafından yürüyüp aynı mağazaların önünden geçiyordum. Bütün bu görüntüde değişen tek şey mağazaların vitrinleriydi, bir de her sene yılbaşına doğru rengârenk ışıklarla süslenen caddeler – düşününce benim yaşamım bile bu kadar hareketli değildi – fakat hayatın olağan akışında değişen hemen hemen hiçbir şey yoktu. İşte bu şekilde ilerlerken beni daldığım düşüncelerin içinden çekip çıkaran bir şey fark eder gibi oldum. Daha doğrusu bu beni içten içe rahatsız eden bir histi. Bir tıkırtı mı duymuştum, bir iç çekiş mi bilemiyordum. Ama tehlikenin işaret fişeğini hisseden ilkel atalarımızdan kalma güdülerim harekete geçmişti bir kere. Sanki karanlığın içinde canavarlar gözlerini dikmiş bana bakıyor, en ufak açığımı kolluyorlardı beni alt etmek için. Hadi ama yine korkaklık mı ediyorsun, dedim kendi kendime. Bu kadar zayıf olduğum için kendimden nefret ediyordum. Ama hislerine güvenmelisin derler, bu sefer güvenmeliydim belki de.
Karanlığın yaratmış olduğu bilinmezlikten ve kötü güçlerden korkmak bana çocukluğumdan beri egemen olan bir histi. Masallardaki kötü cadılardan mı, iki başlı, tek gözlü devlerden mi gelmişti bu düşünceler, yoksa kendimi bildim bileli babasız bir evde büyüdüğümden mi bilemiyorum. Belki de kahramanı olmayan her kız çocuğunun savunmasız haliydi benimki. Çünkü kahramanın yokluğunun yarattığı boşluğu korkular dolduruyordu.
Ne zaman gece susayıp mutfağa gitmeye kalksam bu hisle boğuşarak koridorda mümkün mertebe hızlı hareket etmeye çabalar, bir an önce ne yapacaksam yapıp geri yatağıma dönerdim. Bu geçen süre içinde kalbim korkudan deli gibi gümbürder, sonunda yatağıma kavuştuğumdaysa huzurla dolardım. Aradan nice zaman geçti fakat nedendir bilmem bu duygu beni terk etmedi, otuz beşinde bir kadın olsam da korku karabasan gibi belleğimin bir yerlerinden çıka gelmeye devam etti.
Yetişkin bir kadın olarak çocukluktaki korkularımı terk edememiş olmam abes gelebilir kulağa, ama elimde olmaksızın taşıdığım bir duygu, hatta çoğunluk ışığı açıp orada hiçbir şeyin olmadığına kendimi ikna ettikten sonra bu çocukça hassasiyetimden dolayı kendime kızdığım, aynadaki yansımama, oradaki yüzde beliren çizgilere, saçlardaki aklara bakarak utandığım da çok olmuştur. Ama bu başkaydı, evimin güvenli alanı içinde olmayışım ve bir kadının başına gelebilecekleri düşününce içim ürperiyordu.
Mümkün olduğunca duvar kenarına yaklaşıp omzumdaki çantaya sımsıkı sarılıp arkamı kollayarak ilerliyordum. İç sesimin izlendiğime dair uyarısı gittikçe daha da güçleniyordu. Bu hisle birlikte zihnim hızla çalışmaya başladı: çantamda biber gazı veya çakı var mıydı? Herhalde en son çanta değiştirirken evde unutmuştum. İçimdeki korku kıvılcımları körüklendi. Buradan sağ salim çıkamamaktan, belki de eve varamamaktan kaygılıydım. Sonra annem… Çok merak ederdi beni. Bir iki açık dükkân vardı gerçi, onlara mı girseydim? Biri terzi, diğeri kunduracı, bir sonraki küçük bir butikti. Butiği tercih ettim, mağazaya dalar dalmaz köşedeki mankenlerin arkasına sinip gelen geçene baktım. Sokak lambasının titrek ışığına baskın çıkan mağazanın ışığı görüş alanımı zorlaştırsa da içgüdülerime güvenerek orada bir süre daha kalmaya karar verdim.
Neden sonra karanlığın içinde sarsak adımlarla çıkıp gelen ince uzun bir siluet ilişti gözüme. Kendinde değilmiş gibi bir hali vardı. Sarhoş muydu yoksa başka bir şey mi vardı bilinmez, ama kendinde olmadığı muhakkaktı. Mağazanın önüne geldiğinde aydınlık bütün suretini meydana çıkarmıştı, artık onu iyice görebiliyordum; başında eprimiş, rengi solmuş bir bere, uzun yüzünü çevreleyen, kirden birbirine dolanmış kapkara bir sakal, akları parlayan gözlerinde korkunç, donuk bir ifade taşıyordu. Sırtında asker yeşili, uzun zamandır giyilmekten formunu kaybetmiş, yer yer yırtıklardan sarkan pamuklarıyla bir mont vardı. Sopa gibi bacakları sanki onu zar zor taşıyordu. İskeletin bir uzantısı gibi etsiz parmakları bilinmez bir şeyler taşıyordu kara poşetin içinde. Genç bir homeless idi belli ki, üstelik daha önce hiç buralarda rastlamadığım, bu mahallenin dokusuna uymayan hali gerçekten tüyler ürperticiydi. Gözden kaybolana dek mağazada kalmaya karar verdim. Tedirgin halimden mağaza sahibi neyse ki durumu anladı, benimle birlikte sokağı gözlemeye başladı. Sokağın güvenliğinden emin olduktan sonra dışarı çıktığımda arkamdan beni kollayan bir tavırla bakışını hissettim, iyi insanlar iyi ki varlar.
Yaklaşık bir çeyrek saat kadar yürüdükten sonra karşıma yine biraz önceki genç homeless çıktı. Aynı dengesiz adımlarla yolda ilerlemeye devam ediyordu, elindeki poşeti burnuna götürüp kokusunu içine çekiyor, aradaki mesafeye rağmen taşıdığı dayanılmaz koku bana kadar geliyordu. En sonunda bir dönerciye girip oradaki müşterilerden kendisine bir döner ısmarlamak isteyip istemediklerini sorduğunu işittim, sesi bedeninin cılızlığını aksine kaba saba ve boğuktu. Gencin halinden ürküp uzaklaşan müşterilerini endişeyle izleyen iş yeri sahibi vakit kaybetmeden onu oradan uzaklaştırdı. Bir ara arkasına dönüp bana da aynı soruyu soracak mı diye ödüm koptu, ben ne kadar yavaş gitsem de mıknatısın demiri çekmesi gibi bir şekilde bana yaklaşıyordu sanki. Arada bir bana mı bakıyordu emin olamıyordum, caddeye çıkmak için önümde uzanan daha epey yol vardı ve bunu düşünmek bile endişelerimi bir kat daha arttırıyordu. Onun beni fark etmeyeceği bir mesafeden yürümeye çalışıyordum ama attığım her adımın yankılanışı her şeyi berbat ediyordu. Soğuk havanın ve karanlığın etkisiyle iyiden iyiye boşalan sokaklarda kendimi fark ettirmeden ilerlemek çok zordu. Yıllar gibi geçen bir vakitten sonra caddeye çıkan yan yola saptım. Cadde trafiğinin gürültüsüne karışıyordu topuk tıkırtıları bu sefer neyse ki, etrafın bir nebze kalabalıklaşmış olması da içime biraz su serpmişti. Fakat az sonra yeniden arka sokaklara girme zorunluluğu yüreğimi kemirip duran korkuyu daha da körüklüyordu. Ya peşime düşerse, ya karşıma çıkar benden bir şey isterse ne yapardım o zaman? Bir yandan aklımda annem vardı, her zamankinden geç gelecektim eve, şimdiden endişelenmiştir benim için, hatta salonun penceresinden yolumu gözlüyordur ihtimal.
Korku duygusu hâkim oldu mu bir kere zaman nasıl geçti anlayamaz insan, bir dakika bir saat gibi de gelebilir, bir asır da. Ben de eve giden yolda attığım her adımı bir asırmış gibi yaşıyordum. Hafızamın çağırdığı birbirinden acı olaylar gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Kalbim kulaklarımda atıyor, nefesim sıklaşıyordu. Binanın ağır demir kapısına geldiğimde son bir kez etrafı kolaçan edip elimden geldiğince hızlı bir şekilde içeri girdim, hepsi hayal âleminde gerçekleşiyordu sanki birisinin beni silkeleyip bu kâbustan uyandırmasını diledim. Nihayet eve geldiğimde korkularımın geçmeye başladığını, biraz olsun yatıştığımı hissettim. Tıpkı gece karanlığında gizlenen canavarlardan kaçıp yatağıma sığındığım zamanlarda olduğu gibi…
Mutfağa girip bir bardak su içtim, bardağı tutan ellerim hala titriyordu. ‘’Betin benzin solmuş, ellerin de buz gibi. Ne oldu yavrum sana böyle? Üstelik epey de geciktin, nerde kaldın bu saate kadar?’’ ‘’Bir şey yok anne, iyiyim, öyle dolaştım biraz caddede, vitrinlere baktım. Hava da epey soğuk üşüdüm sadece.’’ Yalanlar yalanlar yalanlar… Mesaiye kaldığım bir gecede hangi vitrini gezecektim ki? Ama doğruyu anlatsam ne değişirdi? Yaşlı anneciğime başımdan geçme ihtimali olan, belki de buna ramak kalmışken içgüdülerimin sayesinde kurtulduğum bir olayı anlatsam ne olacaktı onu üzmekten başka? Anneme bu olanlardan bahsetmemeliydim, yoksa evhamına evham katar, bütün günü endişeyle geçirirdi.
Bir şey anlamadan yediğim bir iki lokma midemde büyüdükçe büyüdü, aklımda sürekli birkaç saat önce yaşadığım gerilim dolu anlar başa sarıp duruyordu. Annemden gizlemeye çalıştığım endişelerim bütün varlığımı alevin ahşabı sardığı gibi ele geçirmişti. Boğuluyordum. Kendimi odama kapayıp yatağıma girdim, tıpkı çocukluğumda olduğu gibi bacaklarımı karnıma çekip biraz ağladım. Aklıma unuttuğum biber gazı geldi, hemen onu çantama attım. Geceleyin şehrin ışıklı manzarasını izlemek ruhuma hep iyi gelmiştir. Odamın penceresini açıp serin havayı içime çekerek rahatlamaya çalıştım. Ağaç dallarının arasından görünen Ankara’nın puslu gecesinde uzaklardaki evlerin ışıkları varlığı belirsiz birer yıldız gibi parıldıyorlardı. Kapalı kapılar ardında kadınların yaşadıkları, yaşama ihtimali olan dehşetengiz olaylar zihnimde canlandı yeniden. Ekranı kapatmak ister gibi boşluğa uzandı parmağım. Ama orada ne yazık ki zihnimi ele geçiren korkunç düşüncelerden beni kurtaracak hiçbir araç yoktu. Bu düşüncelerden uzaklaşmak için başka şeylere odaklamaya çalıştım. Radyomu açtım. Kitaplığımı karıştırmaya başladım. Eskiden okumuş olduklarımdan bir kaçını kucağıma yığıp altını çizdiklerime baktım teker teker. Kimine güldüm, kimine hüzünlendim. Yaralarımı kucakladım o satırlarda bir kez daha. Kendimle, korkularımla, annemle iki kişilik yalnızlığımızla yüz yüze geldim. Ağladım, sesimi yastıklarla boğarak, radyonun sesine karışan hıçkırıklarla. Annemin kapıya gelip halimi sormasını istemiyordum. Daha fazla yalana tahammülüm yoktu. Gece bitmek bilmiyordu. Hiç ulaşamayacağım bir sabahı bekliyor gibiydim. Dışarıya hâkim olan sis gelip içimi sarmış, ruhuma sirayet etmişti. Düşüncelerim bulanmış, her ne kadar bir nebze yatışsam da korkuyu saatlerdir içimden tam olarak atamamıştım. O homelessın bakışları mıh gibi aklıma çakılıp kalmıştı. Karanlığın içinden bana bakıyor, beni gözlüyordu sanki. Masa lambasının ışığını açtım. Yaydığı zayıf ışık içimin karanlığını dağıtır diye umdum. Karanlık olmazsa gözleri beni göremezdi.
Ne zaman uykuya teslim oldum bilmiyordum. Sabah alarm çaldığında başım zonkluyor, gözlerim yanıyordu. Anneme görünmeden acilen çıkmalıydım, şiş gözlerimin hesabını verecek halde değildim. Üzerime dikkat çekmeyen koyu renk kıyafetler giydim. Biber gazını kontrol ettim, çantamda en kolay ulaşabileceğim bir yere koydum. Ayağıma rahat spor ayakkabılarımı giydim.
O yoldan bir daha geçmedim…