Küçüğüz Biz Daha

57 Görüntüleme
5 Dak. Okuma

Bitmez hiç o sanılsamalar, yanılsamalar, kanmalar, inanmalar, aldanmalar…

O da özlüyor mu ki diye düşünürken, bir gün bir manzara çıkar karşına. O an; sen feleğini şaşırırsın, felek seni şaşırır. Bazı sahneler hayat noktalar fakat sen ecelin gelmediği için yaşarsın. İçine içine susarsın o hayatı.

Neyse, zaten ben küçüktüm henüz ya da küçüğüm hâlâ.

Yağmurlu havalarda salyangoz toplayıp satıyoruz. Köye haftada bir geliyor salyongozcu. ‘Kapalı Çarşı’ denilen yerde çok olduğunu söylüyor yaşı bizden büyük abiler! Sonra günebakan/gündöndü (ay çekirdeği) sopasından arabacık yapıyoruz. Sekiz tekerlekli olan model en afillisi kabul ediliyor. Hepimizin panayır menşeli çakısı var. Geneli kara saplı çakılar… Çakımız olmazsa arabacık yapamayız. Kuş sapanı da yapamayız gerçi. Kızılcık ya da güvem sopası kesip çayırlıkta cakkacık da oynayamayız. Hem derede balık tuttuğumuz oltaları da günebakan sopasından yapıyoruz. O zamanlar misina olmadığından anne artığı masır ipi kullanıyoruz. Köyün iki bakkalından biri olan Ziya’da her zaman olta iğnesi bulunuyor, küçük bir gazete kağıdına sarıp adedince satıyor biz çocuklara. Şimdilerde şamandıra denilen olta aparatını, o zamanlar günebakan sopasının kabuğundan yapıyoruz. Adına da darsılcak diyoruz. Balık oltaya geldiği zaman, o parça kabuk darsılıyor. Balık yakalanmışsa ya suyun üzerinde kaydırıyor ya da suya gömüyor darsılcağı.

Yaz gelince günebakanlar kuruyor. Mevsimi gereği öyle oluyor bence. Biçerdöver, günebakanları biçerken ardında kalan küçük kafalar (günebakan kafası) biz çocukların hakkı oluyor. Çuvallara toplayıp, tanelerini silkip biriktiriyoruz. Toptancı tartıp alıyor bizden. İyi harçlık bırakıyor, tatlı bir rekabet de olmuyor değil arkadaşlarla aramızda. Tarlada kalan günebakan sopaları, traktör kasasına enik encek doluşup tarlaya giderek toplanıyor sonra. Demet hâlinde bağlanıyor hepsi. Kışın maşınga tutuşturmak, kerpiçten yapma ekmek fırınında yakmak için evlere yakın bırakılıyor. Bırakılıyor dediysem, öyle gelişigüzel değil, her evin sopaları ayrı; demetler dik konarak dairesel bir bütün oluşturuluyor. Yine biz çocuklar o yığınların içine gizli evler yapıyoruz. İçinde bir mum yakıp çokçası andıklı, acayip korkulu hikâyeler paylaşıyoruz aramızda. Bu arada önceleri de söylemişimdir ama gündöndü tanelerinden kışın tüketilecek kadar evlere çuvalla ayrılıyor. Uzun kış gecelerinde konu komşu geldiğinde maşıngada (kuzineli soba) bi güzel kavrulup servis ediliyor. Servis edilmiyor tabii, o şimdinin âdeti. Pişirildiği tepsinin etrafına topluca oturulup öyle yeniyor. Bu arada komşu ziyaretine gitmeye de nedense “mâleye gitmek” deniyor. (Mahalleden dönüşme gibi geliyor kulağa)

Ama bazı sahneler hayat bitirir, nefes keser, içine içine ağlarsın hayatı. Nereye baksan, seni öldüren o sahne gözünün önündedir.

Biz çocuğuz tabii yine de. Kışın o zamanlar kar çok yağıyor. Pekmezli Köyü’ne doğru giden yolda ayaküstü kızak kayılıyor. Koşup bi frenliyorsun kendini, bildiğin; uçaktan hızlısın o an!

Kartoplarının içine taş koyan bazı yaramaz çocuklar illa ki oluyor. Canımız yansa da bırakmıyoruz savaşı. Vazgeçmeyişlerin, geçemeyişlerin hikâyesi böyle böyle başlıyor. Hem, Müslüm Baba’nın “ölsem vazgeçmem” dediğini daha duymamışız bile. Tabii bir de sarı samankağıtlar henüz tanışmamış şiirlerimle… Köyün en güzel kızına âşık olacak kadar gözümüz arayışa düşmemiş köy düğünlerinde. Ahmet Hamdi’nin Beş Şehir’ini okumaya ise daha yıllar var. Bir hikâye, bir hayat, bir ölüm ve bir aşk için hazırlanıyoruz ertesi güne ya da bir gün gelecek olan uzak zamanlara!

Kış, biz çocukları seviyor biz de kışa karşı hiç boş değiliz. Oyunlar oynuyoruz doymamacasına. Geceleri sokak lambasında dans eden kar tanelerinin ritmine kapılıyor çocuk duygularımız.

Bazı sahneler vardır işte, bütün güzel sahneleri silip süpürür. İnandığın, adandığın şeyin aslında senin olmadığını görürsün en acı şekilde. Yaralı bir kuş havalanıverir avuçlarından. Sen kalakalırsın öylece. Ve ölürsün içine içine.

Biz henüz çocuğuz tabii o zaman… Ama yine de artık olmazdı, olamazdı olması beklenen o güzel şeyler.

Ve bir manzara; gün gelir aşkı çürütür, o muhteşem aidiyeti öldürürdü. Bir ömür yetmezken aslında sevmeye, öyle oluverirdi işte.

Yani dostlar, “Şeb’i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir / Mübtelayı gama sor kim geceler kaç saat” Bir de gözyaşı ile ıslanan yastıklar sırdaşıdır sevmelerimizin ve tabii kaybedişlerimizin.

Biz çocukken yaban laleleri açardı kırmızı kırmızı. Gün gelecek sevgilimin parmakları konuşacaktı yaban lalelerinde. Ama yine de çocuktuk işte. Küçüğüz biz daha, hiç büyümedik ki sevgilim! Küçüğüz ki biz daha.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version