Küçük Şeytanlar

Nuran Erez Turan 326 Görüntüleme Yorum ekle
12 Dak. Okuma

Bu gün, benim için sıradan bir gün değildi. Aynanın karşısına geçtim ve kendimle yüzleşmek istedim. Gözler ne de olsa yalan söylemezdi.

Derin derin gözlerimin içine bakıyorum. Ne aradığımı tam olarak bilmiyorum arıyorum. Boş vermişlik hissi zihnimi kaplamış gibi, geçmişe duyulan özlemi görüyorum. Dikkatimi çeken tek şey belli bir noktadan sonra gözlerim bir duvar gibi sert. Bu gün bu duvarları yıkmak istiyorum. Parmaklarımı istemsizce, bir kadın eli gibi şefkatle yüzümde gezdiriyorum, eskiye dair yaşanmış hikayelerin izini bulmak ister gibiyim.

İnsan bazen müneccim olmak, bazen de ani kararlar almak… Bazen de insanı esir alan zincirlerden özgürleşmek istiyor.

İşte bu gün, tam da öyle bir gün olsun istiyorum. O nedenle her zaman olduğumdan daha şık olmalıydım bu gün. Neden?

Her koşulda birinci olmak, yaşamda tüm yarışları kazanmak gibi güdülerimden hala özgürleşemiyordum.

Fark ettim ki, kimse benimle yarışmıyor, her şeye sahip olsam da, ben onlarla hala yarışıyorum.

Düşüncelerim kelimelere, kelimeler de davranışlarıma istemsizce dönüşüveriyor. Yaşanmışlıklardan kurtulmak öyle kolay olmuyor. Gün sıradan, göreceğim kişiler eski dostlarım olunca, monoton geçen günüm aniden şenleniveriyor.

Sabah yastıkla kavga, terlikle devam eden mücadele, diş fırçasıyla hızlı, ritmik ve sinirli darbeler, acayip komiklikler karanlık bir yerden gelen emirle, el-kol hareketlerimin kıvraklığı görülmeye değer sahneler.

Bu alanda tüm tuhaflıkları yapma özgürlüğüne sahibim. Ne de olsa birazdan maskelerimi takmadan önce kendim olmayı doyasıya yaşamak istiyorum.

Düşünüyorum da başarıya ulaşmak hiç de öyle dışarıdan göründüğü gibi değil. O da olsun, bu da olsun, ancak öyle mutlu olabilirim sanıyorsunuz. Hedeflerinize ulaşmak için önemli olan birçok şeyi yok sayıyorsunuz. Yok saydıklarınızı belki de özlüyorsunuz.

Hepimiz paranın, gücün, makamın, mevkiin gizli kölesiyiz. Bunlar için, içimizdeki şeytanı kontrol etmemiz ve melek yanımızı önemsemeliydik.

Geçmişe bu günden baktığım da en büyük yanılgım, can dostlarımla doyasıya vakit geçirmek için can atarken kendimle onlar arasına mesafeler koymaktı.

Düşünceler düşünceler, içimde fokur fokur kaynayan kazan, dışım sessizlik içinde… Anlamlandıramadığım karanlık yanımla boğuşan ben, bu gün iyisiyle kötüsüyle ister istemez geçmişimi sorguluyordum.

Eski mahallem çocukluğumun geçtiği yıllar, en mutlu olduğum dakikalardı. Annem en sevdiği oğluna çocukluğunu yaşamayı çok görmüştü… Ne için, büyüyünce huzurlu ve mutlu olmak için, ona göre nefsinin isteklerine karşı fedakarlık yapacaksın, gerekirse hiç bir şey istemeyeceksin. Kendine yasaklar koyacaksın… Tek hedefin okumak, hem de tıp okumak olacak…

“Doktor olacaksın, başka bir çaremiz yok anladın mı” diyerek, elimden aldığı en değerlilerim…

Annemin olamadıklarını ben olacaktım, başka bir çarem yoktu…

Mahallede can arkadaşlarım, Hasan, Aygün ve ben muhteşem üçlü yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor. Tek oyuncağımız misketlerimiz, bizi kimse yutamıyor…

Mahalledeki arkadaşlarımızı yenip, daha çok miskete sahip olmak, içimizde muhteşem bir sevinç oluşturuyor. Yüzlerce sarı, yeşil, beyaz küçük şeytanlar…

Onları o kadar çok seviyordum ki, annemin dedesinden kalma antika kutuya koyuyorum. Annem için, onun istediği gibi biri olursam, çok değerliydim, biliyordum.

Notlarım çok iyiydi, ben sınıf birincisi, Hasan onuncu, Aygün de en sonuncu oluyordu. Birbirimizi saf temiz ve duygularla seviyorduk. Kıskançlık çekememezlik nedir bilmezdik.

Beşinci sınıfın birinci dönemi okulda yazılılar bitmiş, ailelere bilgi verme zamanı gelmişti…

Çok heyecanlıydık, başarılı – başarısız her öğrenci yazılı sonuçlarını çok merak ederdi öyle ya!

O gün, işte o gün benim çocukluğumun çalındığı günlerin başlangıcıymış meğerse. Öğretmen elimize toplantı kağıdı vermiş, “bütün veliler mutlaka gelsin” diye de tembihlemişti. Çok önemli olduğunu belirterek “sonradan gelenlere bilgi verilmeyecek” demişti.

Üç can arkadaş güle oynaya neşe içinde evimizin yolunu tuttuk… Eve girer girmez anneme, öğretmenin verdiği kağıdı uzattım. Pazar günü annem toplantıya, Adile Naşit gibi gitmiş, Hitler gibi geri dönmüştü. O günlerde annem evdeki eşyalarla bile savaş içinde, evde sinir harbinden göz gözü görmüyor. Terör örgütü üyesi evimizi basmış gibi, ikinci bir emre kadar evde kimse nefes almıyordu.

Sadece o konuşuyor:

“Müzikten neden dört aldın?

“Anne düzeltirim…”

İçimden sadece “bir tane dört ne olacak” diyordum, anneme göre dünyanın sonuydu bu.

İşaret parmağını sallayarak:

“Bundan sonra dışarı çıkmak yasak…”

Bende ellerimle kulaklarımı sıkıca kapatır, gözyaşlarımı içime akıtırdım. ‘Erkekler ağlamaz’ diye bir laf duymuştum. Halbuki ben konuşamadıkça gizli gizli ağlardım. Annemin bir kaç gün boyunca öfkesi dinmedi. En sonunda bir cümleyle jübile yaptı ve hepimiz bu esaretten kurtulduk.

“Misketler tıp fakültesi kazanana kadar bende kalacak” dedi.

Kendimden utanç duyuyordum.

Annemi öyle görmem daha çok güdülenmeme sebep oldu. Hiç itiraz etmedim. Doğrusu buymuş gibi, okuldan eve evden okula gidiyor, sürekli ders çalışıyordum. Arkadaşlarıma içim kan ağlayarak camdan bakıyordum.

Çok sevdiğim tek oyuncağım renk renk misketleri rüyalarımda, can arkadaşlarımı da ancak okulda görebiliyordum.

Annem sayesinde arkadaşlarımı rakip olarak görmeye başladım. En iyi notlara sahip olduğum halde, onların mesafeleri kapatmasından korkuyordum.

Çalışmak çalışmak çalışmadığım zaman ölmek istiyordum. Kendimi rakiplerimi yenmek zorunda kalan maraton koşucusu gibi hissediyordum. Ben, benden hırsımı kaybedersem gidecektim. Güçlü ve başarılı gözükmeye çalışan, kaybetmek korkusuyla gece kabuslar gören, Hasan ve Aygün’den ayrı kalmaktan dolayı gizlice ağlayan ben… Diğer yandan okul birincisi olmam annemin veliler, akrabalar arasında itibar görmesine, benimle olduğu kadar kendiyle de gurur duymasına sebep oluyordu. Onun mutlu olduğunu gördükçe, içten içe seviniyordum.

Aklım hep annemin ceviz ağacından dedesinin kendi elleriyle yaptığı kutuda, evimizde benden sonra tek değerli eşya… Duygularımın saf hali, sevdiklerimin saklı olduğu kutudaydı. Dokunmam yasaktı ama, en değerli olan bir gün benim olacaktı.

Yıllar bir çırpıda göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş. Üniversite sınav sonuçları açıklanmıştı. Araya büyüklerin hırsları, olamadıkları girince bizim o saf düşüncelerimiz de kirlenmişti. Ama bazı şeyler konuşulamaz, dile getirilemezdi. O zamanlar büyükler ne derse oydu…

Beş altı yıl içinde ben tıp fakültesinden, Hasan biyoloji bölümünden mezun olmuştuk. Aygün, sokaklarda doyasıya oynayarak yetişmiş, misketle başlayan alım satım işini büyütüp ticarete yönelmişti. Şimdilerde ilkokul mezunu patron, fakülte mezunu elemanlara istihdam sağlıyor. Hasan tıp fakültesinde öğretim üyesi olmuş. Hayat bizi bir şekilde eşitlemişti.

Annemi suçlamıyorum. Mutsuz olmuşum, olmamışım, annem çok mutluydu ya!

Annem benim herkesten çok başarılı olduğumu hala düşünüyor ve inanıyor. Ben ise şoktayım. Tek istediğim şey bu saatte çetrefilli düşüncelerin girdabından çıkmak:

“Bu kadar edebiyat yeter Erdal sus artık, hemen işe gitmelisin.”

Annemin zoruyla seçtiğim mesleğimi şimdilerde çok seviyordum. Annemin, çevreni de daha kültürlü okumuş yazmış insanlardan seçmelisin gibi uyarıları sonucu can arkadaşlarıma koyduğum mesafeleri hatırlamak içimi acıtıyordu. (Şimdi onların yüzüne nasıl bakacağım?)

Bu akşam can arkadaşlarım beni yemeğe davet ettiler. Her şeye rağmen hala beni unutmamışlar. Çok çalışmaktan vakit bulamadığım için, büyük boşluklar vardı hayatım da. Doğru düzgün arkadaşım, hayatı paylaşacak eşim, hobilerim yoktu mesela.

Gün ağardığından beri bütün telaşım çocukluğuma duyduğum özlem, içimdeki eksik yanımla yüzleşmek içindi.

Araya koyduğum mesafelere rağmen çok heyecanlıydım. Eskiye dair özlediğim sıcaklığı bulabilecek miydim, bilemiyorum ama… Ceviz ağacından antika kutumla davete gidecektim. Çocukluğumun sıcaklığını içimde barındıran küçük şeytanları o günlerin anısına kendimi affettirmek için can dostlarıma gösterecektim.

“Bakın o muhabbeti en özel kutuda sakladım” diyecektim.

Nihayet hastanede işim bitmişti. Arabamda kucağımdaki bilyelerin kutu içinde ki oynaşmaları “Tamburi Cemil Efendiden” bir parça dinliyormuş gibi geliyordu bana.

“Can arkadaşlar,
Unutulmaz dostluklar,
Can arkadaşlar,
Yol çok uzun sürdü.”

Şarkı bile yazmıştım.

Arabayı sorunsuz bir şekilde ilk defa park ettim. Arkadaşları uzaktaki masadan seçebiliyordum. Benden önce gelmişler, beni ayakta karşıladılar. Sarıldık! Birbirimizle eski günleri anmak için buradaydık.

Can arkadaşlarıma güvendiğim kadar, hiç kimseye bu güne kadar güvenemediğimi fark ettim. “E anlatın bakalım görüşmeyeli” dedim.

Aygün anlatmaya başladı, o zaten konuşmayı küçükken de çok severdi.

“Arkadaş baktım etrafıma ne Hasan var ne Erdal, sokaklar bana kalmış, annem yedirir içirir sokağa salardı, arayanımız soranımızda yok, ben de, en iyi bildiğim işi yapmaya başladım, anlayacağınız, misket satmaya başladım.”

“Ticari zekam çok yüksek, derken derken yüz kişiyi çalıştırdığım oyuncak fabrikam var.”

“Allah bir kula vermek istedi mi el getirir, yel getirir, sel getirir, benim ki de öyle oldu.”

Ben araya girerek, laf olsun diye bir şeyler söylemek istedim fakat söylediklerim havada kalır gibi oldu.

“Rekabet insanı öyle zorlayan bir güçtür ki, yola çıktığınız da bu kadar ağır olduğunu anlayamazsınız.”

“Bir kere yola çıktınız mı yaptıkların ne, ne olacak dersiniz, geri de dönemezsiniz, yolun sonuna ulaştığınız da, bunun için miydi dersiniz!”

Aygün, yüzüme sevgiyle baktı, “Ne güzel dedin gardaş” dedi omuzuma dokunarak ve devam etti konuşmasına:

“İyi insan olmak rekabet gerektirmez, bu yolu seçen kişi sayısı azdır yalnız bu tarafta fırsatlar çoktur.”

“Hiç kimseyle rekabet etmeden kıskanmadan koruyup kollayarak azimle çalıştım çok şükür” dedi ve masaya can arkadaşlarıma yazan okunmamış mektuplar koydu. Bir tanesini seçip okumamızı istedi.

Can arkadaşlarım sizinle etle tırnak gibiydik. Sizi çok özlüyorum ama derslerinizden geri kalırsınız diye selam bile veremiyorum. Siz okuyun büyük adam olun, ben başka bir şey istemem.

Erdal’ın annesi; “benim oğlumun dengi değil, uzak dursun ondan” demiş anama.

“Olsun be gardaş…” Kısa bir sessizlik utanç sonrası; Ben Aygün’e; “bunları niye yazdın” diye sordum.

“Çocukluğumu olması gerektiği gibi yazdım. Erdal’ın annesi bizi küçük görüyor yerine, oğlunun geleceğini düşünen Erdal’ın annesinin, esnek olmadığını yazdım. Kendimi iyileştirerek yaşamla bütünleşmeyi amaç edindim. Kendime güvenmeyi, doğal ve yeni fikirlere açık olmayı, yarışmadan güzele dönüşmeyi istedim” dedi. Hepimiz sustuk…

Bildiğim gerçeklerle yüzleşmek bende soğuk duş etkisi yaptı. Konuyu değiştirmek için sordum.

“E Hasan, sen anlat bakalım.”

“Benim üç tane kuklam vardı. Onların sohbet etmelerini sağlayarak sorunlarıma çözüm bulurdum.”

“Hedefime ulaşıncaya kadar neredeyse, nefes almadım desem yeridir.”

“Ne top oynadım, ne de sosyal kulüplere üye oldum.”

“Şimdilerde, kendime zaman ayırmaya çalışıyorum.”

Ve küçük bir torba şeytanı, masaya koydu.

“Suç bunlarda” dedi. “Ayrılmamıza bunlar sebep oldu.”

Aygün, ticari zekamı borçlu olduğum günler, Ben en mutlu anılarım, Hasan ayrılmamıza sebep olan küçük şeytanlar, diye özetlemişti çocukluğumuzu…

Masanın altında dizlerimin üstündeki ceviz kutu, ilk defa yere düştü, renk renk misketler saçıldı etrafa… Takım elbiseleriyle büyümüş küçükler dizlerinin üzerinde, neşe içinde, kim ne der diye düşünmeden, eski günlerdeki gibi, yerden baktılar birbirlerine, tutabildikleri misketlerle oynamaya başladılar, gülümseyerek çocuklaştılar.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Danışman
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version