Seni kendine çağıran herkes, seni senden bir parça uzaklaştırıyor, diyor Seneca. Clarissa P. Estes ise kadını kendi kendisine çağırıyor, dağılmış parçalarını toplatıp bir araya getirtiyor. Onun Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı, tarihsel ve toplumsal nedenlerle yüzyıllardır vahşi psişesi ile bağlantısı kopmuş/koparılmış ve kendi içsel doğasına yabancılaşmış kadınların, arketiplerle, sembolik unsurlarla, metaforlarla anlatıldığı hikâyelerden oluşan, okuyanda güçlü izler bırakan, her yaştan kadının okuması gereken kült bir kitap. Kadın atalarının ataerkil masallar (Mavisakal, Çirkin Ördek Yavrusu, İskelet Kadın, Kurt Kadın…) veya mitler üzerinden bastırılan vahşi doğasının, kadın ruhunun yüzeyine çıkarılması amaçlanıyor ve bu kutsal göreve katkıda bulunuluyor.
Kendini kendinden başka herkese ve her şeye adayan, anne ve eşlikçi rollerinin kısıtlayıcılığıyla dört duvar arasına sıkıştırılan, ruhunun özgürleştirici güçlerinden sayılan cinselliğinde eril değerlerin kölesi olan, içgüdülerine güven duymayı unutmuş, kendi doğasından koptuğunun dahi farkında olmayan kadını özüne döndürme sorumluluğu yüklenilir. Yazara göre sağlıklı kadın tıpkı kurt gibidir; sağlam, diri, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebe. Vahşi doğasından ayrılan kadının kişiliğinin değiştiği, durağanlık ve can sıkıntısı dönemlerinde değişim vaktinin geldiği belirtilir.
Feminizm, spiritualizm ve psikoloji arasındaki bağıntıların çekici bir biçimde kullanıldığı masalların yorumları beni çok etkiledi. İçimdeki asiliği uykusundan uyandırdı, bir kadın olarak ruhumun yaşantısının neyi arzuladığını sorguladım, özerkliğimle başkalarını memnun etme mecburiyeti arasındaki çatışmada cesaret kazanma yeteneği geliştirmeye başladım. En önemlisi de içimdeki vahşi doğamla yüzleşmem, onu yeniden beslemem gerektiğini hatırlamam oldu. Kadınlığın kültürel tanımlarını oluşturan asıl şeyin, ataerkil masallarla bilinçaltımıza yerleştirilen algılar olduğu, Estes’in masal analizleriyle çok daha net kavranabiliyor. Her bir cümlesi altı çizilesi önemdeki hikâyelerin sembolik anlamlarını dönüp dönüp yeniden okuyası geliyor insanın.
Hani günümüzde dile pelesenk olmuş “güçlü kadın” deyimi vardır ya – bunu derken bile erkekliğin saygı duyulası gücüne atıfta bulunan bir övgü söz konusudur – halbuki kadın zaten her zaman güçlüdür. Hep güçlüydü. Gündelik hayatta, sanatta, edebiyatta, kamusal alanın her katmanında…
Clarissa Estes’in deyimiyle, kuşaklar boyunca kadınlar bir erkekle evlenmek yoluyla meşrulaşan insan rolünü oynamayı kabullendiler. Yaratıcı potansiyellerini unuttular. Aslında çevrelendiğimiz toplumun bizim için hazırladığı projenin bir nesnesi olmaktan öteye geçmedik yaşamımızda, isteklerimiz dediğimiz şey toplumun bizden talepleriydi.
Neden en ünlü yazarların, şairlerin, sanatçıların çoğu kadın değildir de erkektir? Bu, en çok eşitsizliğe kanıt arayanların ve onu temellendirme çabalarının klişe sorgusudur. Kitapta buna ilişkin mantıklı argümanlar bulmak mümkün.
“Kadınlar gün içindeki zamanlarının yüzde seksenini yaratıcı hayatlarını sekteye uğratan işler yapmaya harcayarak duyarlı olmaya çalışan sanatçılardı. Senaryoların sonu aynı olmasa da değişmeden kalan bir şey vardır: Çok erken bir dönemden itibaren negatif bir edayla farklı olarak gösterildiler. Aslında tutkuluydular, bireydiler, araştırmacıydılar ve doğru içgüdüsel zihinlere sahiptiler.”
“Kimi zaman en gözde standartlara göre iyi olmayı denediler ve çok uzun zaman boyunca gerçekten ne istediklerini, nasıl yaşamaya ihtiyaç duyduklarını kavramadılar. Sonra da bir hayata sahip olmak amacıyla ailelerini terk etmenin, ölüme kadar süreceği yeminiyle umut bağladıkları ile evlilik yapmanın, daha aptallaştırıcı ama daha iyi maaşlı, bir şeye sıçrama tahtası vazifesi görecek işleri seçmenin acı verecek yönlerini deneyimlediler. Yol boyunca her yana saçılmış düşler bıraktılar.”
Kitapta yer alan ilginç bir bilgi de “cadı” kelimesinin çok uzun zaman önce hem yaşlı hem genç şifacılara verilen bir unvan olmasıyla ilgili. Ayrıca cadı sözcüğü, bilge, akıllı anlamına gelen wit’den türemiş.
C. Estes, “Meryem Ana! Ne kadar çok kadın, kadınların kendi gücünden korkuyor.” diye haykırıyor.
Geleneksel kadınlık vizyonunun çitlerini kıracak, talep edecek, hayatın neresinde fışkırmak istiyorsak, orada toprağı tuzlamaya gelenleri kovabilecek güce sahibiz. Özgün gücümüzün farkına varmalı, vahşi doğamıza güvenmeliyiz. Kurtlarla koşan kadın bizimle konuştuğunda yaratıcı, sezgisel, tutkulu, vahşi doğamıza döneriz. Onun sesi bize güç, farkındalık ve özerklik kazandırır.
Dişil enerji bastırıldığı kadar, maalesef eril enerji de bastırıldı yüzyıllardır. Ataerkillik aslında her iki cinsiyet için de sakıncalı ve kısıtlayıcı. Toplumun, eğitimin, kültürün cinsiyetçi zincirlerinden kurtulmak için dışarının talepleriyle benliğimizin taleplerini birbirinden ayırt etmeyi bilmemiz gerekir. Bunun için vahşi doğamıza geri dönmeli, kendimizde ihmal ettiğimiz şeyleri canlandırmalı, aktive etmeliyiz.