Çocukluk…
Bir su gibi akıp giden insan hayatında hiç solmayan bahar… Çiçeklerinin kokusuna ömrümüzün her safhasında özlem duyduğumuz özge bir mevsim… Günahı hiç tanımadığımız, dilimizin yalanın tadını hiç almadığı gerçek bir düşler sarmaşığı… Bütün sevgileri anne sevgisi kadar kutsal bildiğimiz, sevginin ihanete dönüşebileceğine rüyamızda bile inanmadığımız sevgi yumağı…
Ve çocukluğumuzun derya kadar büyük ikliminde küçük bir gök kuşağı damlası: kuş yuvaları… Bir yuvanın yerini öğrenebilmek için yaptığımız fedakârlıklar hiç unutulur mu? Unutulmayan sadece fedakârlıklar mı? Bizi kuş yuvalarına bağlayan bu gün bile içimizde hissettiğimiz sıcaklıktı belki de. Ya da tüyleri yeni yeni çıkmış çirkin bir yavrunun dünyaya gözlerini ilk defa açmış olmanın sevinciyle ellerimizi gagalaması. Ağacın tepesinde gördüğümüz bir yuvaya ulaşmak için nasıl da akla hayale gelmedik planlar yapardık! Elbiselerimizin yırtılması, annemizin bizi azarlaması bile bizi o ağaca çıkmaktan alıkoyamazdı. Kuş yuvası görmek uğruna kaç defa ağaçtan düştüğümüzü, burnumuzun kaç defa kanadığını hangimiz unutabiliriz ki… Hele de adamın birinin “Sana bir kuş yuvası yeri söyleyeceğim.” diye elimde büyük bir kovayla beni iki kilometre yola su almak için nasıl gönderdiğini unutabilir miyim? Küçücük ayaklarım, incecik kollarımla o kadar ağır bir yükü taşırken bana güç veren şey neydi acaba? Bir kova suyu döke saça adama uzatırken heyecanla, “Hani, nerede nerede?” diye nasıl da bağırırdım. Adam beni daha da heyecanlandırmak için hemen söylemezdi. Galiba o zamanın büyükleri de farkındaydı bizim kuş yuvalarına olan hassasiyetimizin. Bu yüzden bir iş yaptırmak istediklerinde hemen “kuş yuvası gösterme “yalanına başvururlardı.
Kuş yuvasının yerini öğrendikten sonra uçarcasına oraya nasıl koşardım. O bembeyaz, küçücük yumurtaları görünce bütün yorgunluğumu bir anda unuturdum. Gözlerimde dünyalar parlardı. O anda dünyanın en mutlu çocuğu ben olurdum. Öyle ki, birinin bana güzel bir bisiklet alması bile beni bu kadar mutlu edemezdi.
Biz hayranlıkla yuvaya bakarken anne kuşun bir yerlerden bizi izlediğini, “Aman yumurtalarımı çalmasınlar!” diye dualar ettiğini nereden bilebilirdik ki. Bunu ancak yıllar sonra bir yuva sahibi olunca düşünebildik.
Yuvada bir yumurtanın kırılması, ya da yılan tarafından yenmesi çocukluğumuzdaki en üzücü olaydı. Bu yüzden yumurtaları kendi malımız gibi korurduk. Ne yazık ki, yaramaz çocuklar her zaman vardır. Nasıl mantıksa, bize kastı olanlar bizim bildiğimiz bir yuvayı dağıtıp yumurtalarını kırarak ya da yavruları öldürerek bizden intikam almış oluyorlardı.
Yuvanın yerini öğrendikten sonra her fırsatta orayı ziyaret ederdik. Her gidişimizde yavruların daha da büyüdüğünü görmek bizim için büyük bir mutluluktu. Uçmalarına yakın, onları avuçlarımıza alıp uçurmaya çalışırdık. Ne kadar da sıcaktılar! Gözleri ne kadar da masum bakıyordu!
Ziyaretlerimizin birinde artık yavruları göremezdik. Hepsi kanatlanmış ve hür maviliklere uçup gitmişlerdi.
İşte biz o zaman bir yaş daha büyüdüğümüze inanırdık.