Rüzgârlı bir Nisan sabahı dağlık bir köyün yol kenarında filizlenmeye başladım. Gözlerimi belli belirsiz bir yerde açtığımdan başta ne olduğunu ya da ne olduğumu anlamamıştım. O kaygılı sorgularda beni rahatlatan tek şey ulaşılamayacak kadar yukarıda ve genelde mavi gözüken bir örtüydü. Sabahın erken saatleri koyu rengini kızıllığa bürüyen sarışın yuvarlak doğuyor, öğleye doğru beyaz bulutların arasından en tepeye geçen sarışın yuvarlak etrafı masmaviye boyuyordu. Ardından sabahki gibi kızıl bir örtü baş gösterdiğinde aydınlık kısa sürüyor ve karanlık hüküm sürmeye başlıyordu. Bu kocaman örtü daha ilk günden bütün hünerlerini göstererek beni büyülemeyi başarmıştı.
İlk günlerim bu örtüyü izleyerek geçip giderken çeşitli yerlerden filizlenen yeni arkadaşlarımdan habersizdim. Yine sarışın yuvarlağın en tepeyi ele geçirdiği bir vakit arkamdan gelen yaşlı bir sesin ‘‘Ne vakittir bakıp duruyorsun. Hiç mi sıkılmadın?’’ sözüyle irkildim. Çünkü ilk defa bana bu kadar çok benzeyen birini görüyor ve onun konuştuğuna şahit oluyordum. İnce gövdesinin üstündeki sarı başı benden daha büyüktü ve yaşlı sesinden anlaşılacağı gibi saçları yer yer beyazlamaya başlamıştı. Sözüne nasıl karşılık vereceğimi düşünürken gövdemin herhangi bir yerinden çıkan ses beni şaşırtarak aklımdakileri sese dönüştürdü. ‘‘Siz de kimsiniz?’’ Kendi sesimden irkildiğimi görünce kaba bir kahkaha attı. ‘‘Nasıl konuşabiliyoruz? Bizim ağzımız yok ki?’’ Sanırım benim hiçbir şey bilmeyen bir çocuk olduğumu düşünüyordu. Bu sefer kahkaha atmak yerine babacan davrandı ve ince kıvrımlı gövdesini hareket ettirdi. ‘‘Evet ağzımız yok ama aynı tür bitkiler kendi kafaları içinde birbirleriyle konuşabilirler.’’ Ne diyeceğimi bilmediğimden ona nispeten daha kalın olan gövdem donup kalmıştı. Özenle utangaçlığımı gizlemeye çalıştım. ‘‘Yani benim kafamın içinden geçen her şeyi duydunuz mu?’’ İlkine nazaran hafif kaçan bir kahkaha daha attı. ‘’Sadece duymak istediğim zaman seni dinledim evlat. Bana kalırsa gökyüzüne olan aşkını yarıda bırakmalısın çünkü oraya uçtuğun an bir daha gövdene dönemezsin.’’ Son söylediklerinde ciddi gibiydi. ‘‘Vaktinden önce uçmak yaşama hakarettir’’ sözünden sonra da o gün bir daha benimle konuşmadı.
Aradan geçen bir hafta tamamen yalnız kaldığım ve gökyüzü denilen mavi örtüyü selamladığım boş bir haftaydı. Arkama dönüp onunla konuşmak istiyordum ama çekiniyordum. Onun ise geri dönüş yapmaması cesaretimi tamamen kırıyordu. Karanlık gökyüzünün etraftaki bütün ışığı yuttuğu gecede örtünün üstüne serpiştirilen beyaz parlak notlara gözlerimi dikmiştim. Birkaçının aşağı doğru kaydığını gördüğümde onlar gibi örtünün üstünde bir oraya bir buraya uçtuğumu hayal ediyordum. ‘‘Hareket ediyorlar ama nereye gittikleri belli değil’’ dedi aniden. ‘‘Biz öyle miyiz?’’ uzun bir aradan sonra sesini duyduğum için tekrar irkilmiştim ama sonunda onunla konuşacak olmam beni heyecanlandırmıştı. ‘‘Ama onlar özgürler. İstedikleri yere gidebilirler. Peki biz öyle miyiz?’’ Bu çıkışım onu etkilemişti. Bir süre düşündü. ‘‘Aslında özgür değiller. Gökyüzü onları istediği yere sürüklüyor.’’ Saçlarının geçen haftaya göre daha fazla beyazladığını fark ettim. Ne kadar çabuk yaşlanıyordu. ‘‘Onlar en azından hareket ediyorlar. Bizim gibi bir yerde çakılı değiller.’’
Yabani otların arasından benden daha genç gözüken sarı başlı bir bitki daha yüzünü gösterdi. ‘‘Ah dede! Yine mi bu çocukla konuşuyorsun?’’ Sesindeki hafif küçümseme beni rahatsız etmişti. ‘‘Uçmak istiyorsa bırak uçsun. Sanki vaktinden önce yapabilecek.’’ Belli belirsiz yapılan bu imalara tahammül edemiyordum. ‘‘Ne demek o?’’ diye sorduğumda yüksek çıkan sesim benim için de beklenmedikti. ‘‘Vaktinden önce uçamazsın akıllım. İlk önce sarı başının olgunlaşması gerekir.’’ Bu söylediğinden hiçbir şey anlamamıştım. Yüzümü yaşlı sarı çiçeğe biraz daha çevirdim. ‘‘Lütfen açıklayın. Uçmak için ne kadar beklemem gerekiyor?’’
Ağzı olmadığı halde derin bir nefes alıp iç çektiğini hissedebiliyordum. Yüzünü gökyüzüne çevirdiğinde kendi bakışlarımın aynısını bu yüzde göreceğimi hiç düşünmemiştim. O da gökyüzüne aşıktı. Biliyordum. Hissediyordum. Puslu sesiyle ‘‘Evlat’’ diye söze başladı. ‘‘Uçmak eminim çok güzeldir. Uçsuz bucaksız gökyüzünde oradan oraya savrulmak, yıldızların beyaz ışığı altında sarışın yuvarlağı beklemek, kuşların kanatlarına oturup dinlenmek… Bunların hayali bile inanılmaz geliyor.’’ Söylediklerinin hepsini ben de kafamda kurmuştum. İnanılması güç şeyi gerçekleştirmek için gün sayıyordum. Fakat içindeki bu kadere bir türlü anlam veremiyordum. ‘‘Eee, sorun ne o zaman?’’ Kısa bir süre sonra artık sarıdan daha fazla beyazı olan kafasını yüzüme çevirdi. ‘‘Sadece kafamızdaki beyaz saçlarla uçabiliriz’’ dedi tek nefeste. ‘‘Anlayacağın geri dönüşü olmayan bir yol çünkü gövdemiz olmadan beslenemeyiz. Beslenemezsek de…’’ Devamını getirmedi. Gerekte duymadım. İnce gövdemin içinde kocaman bir boşluk hissediyordum. Onlara sırtımı çevirdim. Bu gece daha fazla konuşmak istemiyordum.
Acı gerçeğin yüzüme vurulduğu günün üstünden birkaç gün daha geçti. Devamlı arkamdan bana sesleniyordu ama cevap verme gücünü kendim de bulamıyordum. Bir süre gökyüzüne de bakamadım. Baktıkça hayallerimin uzaklığı gözlerimi kör ediyor, içim daralıyordu. Sarışın yuvarlaksa son zamanlarda bencilliğini daha da gösteriyor ve en tepeyi kimseye vermiyordu. Gövdem topraktan besin almaya çalışsa da iştahım kapanmıştı. Kalın gövdem gün geçtikçe süzülüyordu. Bu zayıf görüntüye içi el vermediğinden devamlı olarak ‘‘Artık bir şeyler yemelisin. Yoksa öleceksin’’ diyordu. Bir gün dayanamadım ve sitem ettim. ‘‘Ne önemi var ki? Eninde sonunda zaten ölecekmişim. Beslenmem neye yarar?’’ Söylediklerim onu üzmüştü. ‘‘Ölüm kaçınılmaz evlat. Uçmak istemez ve düzgün beslenirsen daha uzun yaşayabilirsin. Ama iyi beslenmezsen vaktinden önce kuruyup gidersin. O zaman uçmak senin için sadece hayal olarak kalır.’’
Hayalimi gerçekleştirmek için hayatımdan vazgeçmem gerekiyordu. Eninde sonunda yine kuruyacaktım. Sarışın yuvarlak beni öldürmeye kararlıydı. ‘‘Benimle gel’’ dedim bir çırpıda. ‘‘Birlikte uçalım. Hayallerimizi gerçekleştirelim. Hem sen benden fazla yaşadın. Buna rağmen senden daha cesurum.’’ Yüzü düştü, korkuyordu. Ben de korkuyordum ama hayalim korkumu bastırıyordu. ‘‘Yapmam’’ dedi hemen. ‘‘Ailemi burada bırakamam.’’
‘‘Onların sana ihtiyacı yok.’’ Bunu söylediğim için üzülmüştüm. ‘‘Ölmek üzeresin. Gövdenin rengi değişmiş. Saçların ise tamamen beyazlamış. Hayalini gerçekleştirmek için fazla vaktin yok. Burada birkaç ay daha fazla yaşasan ne değişecek?’’ Gövdesi hafif titredi. Aklını çelmeyi başarmıştım. Arkasını dönüp ailesine baktı. Onun yokluğunu hissedecek gibi değillerdi. Boynu bükük yüzünü bana döndüğünde ‘‘Yapalım’’ dedi. ‘‘Uçalım.’’
Uçmak için benim de saçlarımın beyazlaması gerekiyordu. Her gün gökyüzüne baka baka içime düşürdüğüm sıkıntılar saçlarımı bir haftada beyazlattı. Artık onun kadar gür, beyaz saçlarım vardı. Uçmadan önceki akşam plan yapıp nerelere gideceğimizi kararlaştırdık. İlk gün sadece mavi örtünün tadını çıkarmak istiyorduk. İkinci günden sonra plana sadık kalacaktık. Sabahın kızıllığı uçmak için en iyi vakitti. O gece heyecandan hiç uyuyamadık.
‘‘Yarın biz de özgür olacağız’’ dedi.
Gülümsedim. İmayla ‘‘Ama biz de özgür sayılmayız’’ dedim. ‘‘Mavi örtü bizi nereye sürüklerse…’’
Onun da gülümsediğini hissedebiliyordum. ‘‘Mavi örtünün üzerindeki özgür karahindibalarız biz. Nereye istersek oraya uçarız.’’