Maymunun Çaldığı

Ömer Özen 545 Görüntüleme Yorum ekle
9 Dak. Okuma

Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm
Kim bilir ne bekliyor kalır mıyım ölür müyüm
Ne malum dünya gözüyle bir daha görür müyüm

Sezen AKSU

(Ebru Gündeş’in “Kaçak” şarkısından…)

Muzaffer bir an için kapattığı gözlerini yavaşça açarken Hint Okyanus’tan gelen hafif rüzgar yüzünü okşar gibi esince kocaman gülümsedi. Hayat o kadar güzeldi ki… Şimdi yaklaşık 70 metre üstündeki bir rakımda Uluwatu Tapınağı’nı geziyordu. Endonezya’nın Bali şehrindeydi. Şehrin dünyaca ünlü plajlarından sonra en büyük tapınaklarından birini gezmeden olmazdı. Belki ilk yurtdışı seyahati olsa büyüleneceği bu mekan, yüzlerce yer gezdikten sonra da yine hatırı sayılır noktalardan birisi olarak aklında yer etmek üzereydi.

Bu arada günün bitip gecenin gelmesini de heyecanla bekliyordu. Bu akşam özellikle Meksikalı arkadaşları için önemli bir gündü. Cinco de Mayo. Öğrendiği kadarıyla Meksika’nın Fransa’yı yendiği bir günün kutlamasıydı. Daha muzip olan diğer bir arkadaşına göre ise Meksikalıların içmek için bir bahane olarak uydurduğu bir gün dahaydı. Yüzünde yine hafifçe bir tebessüm oluştu. İşte birçok ulustan, birçok farklı dil konuşan bir toplulukla uluslar arası bir gece daha geçirecek ve belki de ileride “aklında kalan ilginç anıların var mı?” sorusunun cevabı olacak bir anı daha bu akşam özellikle de biraz çakır keyif olduktan sonra yaşanacaktı.

Bu arada hafif çığlıklar ve gülüşmeler duyunca ruhen de şu anda bulunduğu ana geri döndü. Evet, bunu da duymuştu. Buranın hırsız maymunları da meşhurdu. Bahçenin bir köşesinde arkadaşıyla otururken şapkasının kaybeden kızdan bu çığlık ve gülüşün geldiğini fark edince tebessümü biraz daha genişledi. Az sonra birkaç adım ileride güneş gözlüğünü kaptıran adam o kadar neşeyle karşılamadı bunu ve biraz maymunun peşinden koştu. Gülümsemesi biraz daha genişlemekte iken birden bire avucunun içinde bir boşluk hissetti. “Yoksa” diyerek önce eline sonra ceplerine sonra da küçük çantasına bakan Muzaffer saniyeler sonra kendisinden çok da hızlı olmayan bir şekilde uzaklaşmakta olan makak maymunu ile göz göze geldi. Çaresiz bakışlarıyla “geri versene telefonumu” çağrısına soğuk bakışlar ile cevap aldı.

Bir anda olduğu yerde dizlerinin üstüne çöken Muzaffer’in gezginlik hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başladı. İlk yurtdışına çıktıklarında kaç yaşında olduğunu hatırlamıyordu bile. Zaten küçüklüğünde ailesi ile büyüklerinin yaşadıkları Balkan ülkelerine ziyaretleri pek de turistik amaçla sayılmazdı. Hatta bütün bu ülkeden kaldıkları sürede turistik herhangi bir faaliyet yaptıklarını bile hatırlamıyordu. Ama üniversite yıllarında ucu ucuna para denkleştirip biraz cahil cesareti ve biraz da maceraperestlik ile çıktıkları Avrupa seyahati tamamen bilinçli yaptığı ve belki de hayatını yönlendiren o zehri aldığı ilk seyahatti. Muzaffer bu dilini, yolunu yordamını bilmediği ülkelerde gezerken kendisini neredeyse evindeki odasındaki kadar huzurlu hissediyordu. Daha fazla kendini gerçekleştirecek şeyi aramasına gerek kalmamıştı. Bulmuştu. Yolda olacaktı, hep yolda olacaktı, hep tanımadığı yerleri keşfetmeye devam edecekti.

İş hayatına başladığında asıl profesyonel gezginlik hayatı başlamıştı. Yetecek kadar çalıştıktan sonra kalan zamanları gideceği yerleri araştırmaya ve bulduğu ilk fırsatta da giderek harcıyordu. Birçok şeyden fedakarlık yaparak neredeyse kuruş kuruş biriktirdiği paraları seyahatlerinde harcamaya bayılıyordu. Hatta sırf bu yüzden ona yurtdışına çokça seyahat şansı veren bir firma bulunca işyerini de değiştirmişti ve özel hayatı ile iş hayatını karıştırsa da gezdiği ülkelerin sayısını ve içeriğini zenginleştirmeye başlamıştı. Hatta sayı üç basamaklı rakamlara yaklaşmaya başlayınca kendi çapında ünlü de olmuştu. Bu arada takipçileri beş basamaklı rakamlarda seyrederken kendisine gelen programa çıkma tekliflerini değerlendirmiş ve hatta çeşitli internet sitelerinde de haber olmuştu.

Ama işte tam şu anda çok farklı şeyler hissediyordu. Üniversitede çıktığı gezi ile aldığı o zehir sanki tam şu anda bünyesinden kaybolmuştu. Acaba bu kadar gezmek doğru muydu? Yani gerçekten bunu mu istiyordu? Daha önce başkalarının gözlükleri ve şapkaları giderken gülümserken kendi telefonu çalındığında yani bir maymun tarafından çalındığında acaba bir dip noktaya mı varmıştı?

Ne işi vardı bu yerde?

Sonra aklına tekrar akşam geldi. Aslında bugün onun için Cinco de Mayo değildi, bugün onun için Hıdırellez’di.  Öyle baharatlı baharatlı yemekler ve içkilerle de kutlanmazdı. Ateşlerin üstünde atlanarak, gül ağaçlarının dibine dilekler gömülerek, dört yol ağızlarına dilekler çizilerek ve bu dileklerin gerçekleşmesi için dua edilerek kutlanırdı.

Bu arada içinde hafif bir sızı belirdi. İlk gezileri nadir olduğu için sıkıntı olmamıştı ama daha sonra yavaş yavaş önce bayram tatillerinin başı veya sonunu da kullanmaya başlamıştı. Daha sonrasında ailesini ikna ziyaretleri sonrası bayram günlerini de seyahatlerinin içine yedirmeye başlamıştı. Bir yerden sonra küçüklüğünde bütün akrabaları ziyaret eden ve hatta şeker torbasını doldurana kadar komşularını gezen Muzaffer bayramları sıla-ı rahim yerine genellikle de bu bayramların hiç bilinmediği topraklarda gezerek geçirmeye başlamıştı. İlk birkaç seferinden sonra ailesi dahil kimse de durumu garipsememeye başlamıştı. Hatta geçen sene vize sıkıntısı yaşadığı için iptal olan seyahati nedeniyle evde kalınca gelen herkes garipsemiş ve hafiften kinaye yapmışlardı. Muzaffer belki de ilk defa o bayram ince bir çizgide olduğunu düşünmüştü. Ya seyahatlerini azaltacak ya da bayramları kaybedecekti. O zaman zaten iyice yaşlandığında bayramları evde kalacağını düşününce seyahatlerine devam etmek daha mantıklı gelmişti. Ama tam da şu anda bu kararını sorgulamaya başlamıştı? O kadar bayram var mıydı gerçekten ömründe? Ya da sevdiklerinin o kadar bayramı var mıydı? Sevdiklerinin olmadığı bayramlarda yine gezemez miydi? Belki böyle gezemezdi! Peki, gerçekten de bu kadar gezmesine gerek var mıydı?

“Muzo” diye seslenen arkadaşının sesiyle kafatasının arkasındaki uyuşma azalmaya başladı ve kendine geldi. Arkadaşı ne olduğunu sorunca maymunun telefonunu çaldığını söyleyen Muzaffer’e sakince gülümsedi arkadaşı ve maymunun nerede olduğunu sordu. Hakikaten Muzaffer düşüncelere dalmışken nereye gitmişti ki? İnşallah çok uzaklaşmamıştı. Yarım daire kadar kafasını çevirince maymunun aslında çok da uzaklaşmadığını fark etti ve arkadaşını da işaret etti. Arkadaşı onun yanına geldikten sonra onunla takas yapmaları gerektiğini söyledi. Yanında yiyecek bir şey olup olmadığını sordu. Muzaffer hızlıca sırt çantasını indirip biraz karıştırınca bir muz buldu ve arkadaşına uzattı.

Arkadaşı yavaş hareketler ile muzu maymunun önüne bıraktı. Maymun muzu hızla bir eline aldıysa da diğer elindeki telefonu bırakmadı. Bunun üzerine arkadaşı tekrar Muzaffer’e döndü. Muzaffer de tekrar çantasını karıştırmaya başladı ama bu sefer elleri boş bir şekilde ayrıldı çantasından ve arkadaşına omuzlarını kaldırıp indirerek başka bir şeyi olmadığını anlattı. Arkadaşı ise anladığı göstermek için kafasını salladıktan sonra sırtından kendi çantasını indirdi ve karıştırmaya başladı. Birkaç dakika sonra arkadaşının bir elinde bir yumurta bir elinde de tropikal bir meyve gördü. Arkadaşı pazarlık yapmak için önce yumurtayı verdi ama maymun hala ikna olmamıştı. “Telefonlarımızın ne kadar önemli olduğunu onlar da anlamış!” dedi. Hatta az ileride bekleyen birkaç küçük maymunu daha işaret ederek “Hatta onlar da öğreniyorlar sanırım!” dedi. Elindeki son meyveyi de maymunun önüne koyan arkadaşı biraz bekledi ama yine telefonu vermeyen maymun arkadaşını gözetlemeye devam etti. Arkadaşının çantasını sırtına takıp birkaç adım geri atması üzerine pazarlığı sona erdirmeye karar veren – belki de acıyan- maymun da telefonu bırakıp oradan uzaklaştı. Arkadaşı yine de işi garantiye almak için hızlıca telefonu alıp Muzaffer’e uzattı. Muzaffer de hızlıca telefonu alıp altına üstüne bir göz attıktan sonra sıkıca cebine soktu.

Arkadaşı ile dönüş yoluna geçtiklerinde biraz sessizce yürürlerken Muzaffer biraz daha duygusallaştıktan uzaklaştı. Evet, telefonu geri almasalar bile bir çaresi bulunurdu ve kendini kurtaracak kadar İngilizcesi, konsolosluk ve sigorta işlemleri sayesinde mağduriyeti illa bir nebze azalırdı ama… Ama gerek var mıydı? Gerçekten de bugün ağır bir heves kaybına uğramıştı. Arkadaşı akşam söyleyecekleri İspanyolca bir şarkı mırıldanırken sessiz kalan Muzaffer bir süre sonraki sessizlikte kendi topraklarından biraz da arabesk bir ezgiyle kendi şarkısına başladı:

“Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?”…

Mayıs 2024

Bu öykünün yazılması ile yayınlanması arasından kaybettiğimiz dayıma en derin sevgi ve saygılarımla…

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Ömer Özen
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version