Meddah

Ayten Yağmur 532 Görüntüleme 2 Yorum
7 Dak. Okuma

Küçük bir kasabada yaşamak herkes için aynı anlama gelmez. Büyük şehirlerin kalabalığından bunalan insanlar için sığınılacak huzurlu bir yer olabilir ama benim gibi hayatının tamamını böyle küçük bir kasabada geçiren biri için hayatın sıradan olduğu basit bir dünyadan ibarettir. Sanki zaman durmuş gibidir. Her yeni gün bir önceki günün aynısı olduğu gibi yarının da bu günkü gibi olacağını herkes bilir. Her sabah şafak sökmeden evden çıkılır. Tarlada, bağda, bahçede hangi işle uğraşıyorsan günün ilk ışıklarıyla beraber çalışmaya başlanır. Kadınlar evdeki işlerini tamamladıktan sonra eşlerinin yanına gelir, toprağı alın teriyle ıslatırlar birlikte. Güneş batmaya durunca eve dönülür, akşam yemeği yenir, erkekler kahvehaneye giderken kadınlar ise evdeki işleri bitirmekle uğraşır. Kahvehanede hep aynı muhabbet yapılır, aynı hikayeler anlatılır. Küçük bir kasabada hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değilken, herkes her şeyi biliyorken sanki bilmiyormuş gibi biri anlatır öbürü dinler. Aynı yorumlar yapılır, aynı sonuçlara ulaşılır, herkes kendine aynı dersi çıkarır. Kulağını çekip masaya vururken herkesi, “Evlerden ırak.” cümlesini söyler. Gece olup da yatma vakti gelince sanki zaman tekrar başa döner ve bir gün sonra aynı şeyler yine başlar. Bu benim içinde geçerliydi. Artık bu tekdüze hayatın içinde kendimi kaybolmuş gibi hissediyordum.

Bir gün yine kahvehanede otururken aynı yüzlerin aynı sohbetlerini dinlerken başımı ellerimin arasına alıp kendi kendime şunu sordum. Ben kimdim? Ben olmayı istediğim kişi miydim? Ben ne olmak istiyordum? Hayallerim neydi benim? Ne yapmaktan hoşlanırdım? Sorularımın cevabı, tozlu raflarda unutulmuş bir kitap gibi öylece kalakalmış. Bunları düşünmeyeli yıllar olmuş. Hayatım, kayıp bir zaman diliminde elimden gitmiş. Bunu fark etmek tarifsiz bir acı verdi bana. Kapana kısılmış gibi hissettim. Nereye dönsem bir duvar vardı sanki ve her hareket ettiğimde çevremi saran bu duvara çarpıyordum. Bir anda kahvehanedeki tüm sesler birbirine girdi. Uğultu şeklini alıp beynimin içinde yankılandı. O sandalyeden nasıl kalktım, o birkaç basamağı nasıl indim hatırlamıyorum. Kendimi kasabanın meydanına attım. Sonra hiç gitmediğim ince patika yoldan ormanın içlerine doğru ilerledim. Yürüdükçe sesler azaldı. Yürüdükçe uğultunun yerini kuş sesleri aldı. Yürüdüm, yürüdüm ve kendimi bir gölün kenarında buldum. Çocukken okul çıkışında gelirdik buraya, hatırladım. Oyunlar oynardık, ben taklit yapardım. Kuş taklidi, bizim sarıkızın taklidini, muhtarın yürüyüşünü, Ayşe kadının çocukları elinde bastonla kovalayışını canlandırırdım. Arkadaşlarım da hayran hayran bakar, sonra bir alkış tufanı kopardı. Gölün dingin suyuna bakarken küçüklüğümün yansımasını gördüm suyun üzerinde. Heyecanlandım ve beni mutlu eden şeyi hatırladım. Hatırlamak cesaret verdi. Karar verdim. Bu sıradanlığın tutsağı olmak istemiyordum. Geldiğim yoldan geri dönerken düşündüm. Eve gelip yatağıma yatıp uykuya dalıncaya kadar düşündüm. Tarlada toprağı kazarken, ağacın gölgesinde evden getirdiğim azığı yerken düşündüm. Akşam yemeğinden sonra kahvehaneye gidip çayımı yudumlarken düşündüm.

Kahvehanede bazıları, herkesin bildiği şeyleri sanki bilmiyormuş gibi anlatırken bazıları da bildiği şeyleri ilk defa duyuyormuş gibi dinlerken bir karar aldım. Hemen uygulamaya karar verdim. Kahvehanenin ortasındaki masada oturanları kaldırıp üzerine çıktım. Bir anda uğultu kesilmiş ve tüm dikkatler üzerime yönelmişti. Belki de bazıları aklımı kaçırdığımı düşündü. Masanın üzerindeyken, kahvehanedeki herkesle göz göze geldim. Sonra ellerimi birbirine üç defa vurarak dikkatleri üzerimde topladım. Herkesin yüzünde bir şaşkınlık ve aynı zamanda bir merak vardı. İlk okuldayken ezberlediğim tekerlemeyi söyledim.

“Hak dostum hak diyerek bir başlayalım söze; Aklı olan anlar bunu, bu dünya bir misafirhanedir. Sonsuz sefa yeri cennete gitmek için gayret etmeyen, akılsız bir divanedir.’’

“Bir zamanlar, uzak bir ülkede yaşayan bir padişah vardı. Padişahın en değerli hazinesi, büyülü bir yüzüktü. Bu yüzük, padişahın ailesine uğur getiren ve aynı zamanda hükümdarlık sembolü olan bir yüzüktü .Ancak bir gece bu yüzük kayboldu ve ülke karanlığa boğuldu.”

Yüzlerdeki şaşkınlık yerini meraka bırakmıştı. Öyküyü anlatırken bir padişah oldum sesimi güçlü, iktidar sahibi bir adam gibi yaptım. Yeri geldi genç bir köylü oldum, yeri geldi padişahın güzeller güzeli kızı oldum. Anlattım öyküyü. Herkes adeta öykünün büyüsüne kapılmış, nefeslerini tutmuş şimdi ne olacak diye merakla bekliyordu. Devam ettim sonra;

“Köyün delikanlısı ejderhanın ağzından yüzüğü alıp padişaha getirdi ve ülke aydınlığa kavuştu. Cesur delikanlı da padişahın kızıyla evlendi.” Herkes şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben de onların şaşkınlıklarını izliyordum. Sonra daha güçlü bir sesle;

“Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola.” dedim ve masadan indim.

İçimde inanılmaz rahatlık hissettim. Nefes aldığımı, yaşadığımı fark ettim. Yüzümde hem bu rahatlık hem de her zaman yapmak isteğim işi yapmış olmanın verdiği mutluluk vardı. Etrafımda dönüp herkese sanatçı selamı verdim. Önce bir kişi sonra diğerleri alkışlamaya başladı. Aradan, “bravo” sesleri de geldi. Masadan indim, çevremi saran kasabalı ne iyi ettiğimi, çok eğlendiklerini, bunu tekrar yapmamı söyledi. Çok mutlu oldum. İki gün sonra yine böyle bir gösteri yapacağımı söyleyerek sözleştik. Gösterim bitince herkes yerine oturdu. Bir müddet anlattığım öykü konuşuldu ve sonra yine aynı konulara dönüldü. Eve gittim. İki gün sonra anlatacağım öykü için araştırma yaptım. Bu sefer aksesuar da kullanmaya karar verdim. Bir mendil, belki bir baston, bir kasket, belki de bir def… Artık bir hedefim vardı. Hem de küçüklüğümden beri iyi yaptığımı düşündüğüm bir şeyi yapıyordum.İki gün sonra aynı saatte kahvehanede oldum. Ama bu defa erkeklerin dışında kadınlar ve çocuklar da vardı. Heyecanım daha da arttı. Masanın üzerine çıktım. Ve başladım anlatmaya.

Kasabanın üzerini örtmüş sıradanlık yerini heyecanlı öykülere bırakmıştı. Bense eski ben değildim artık. Hayatımdaki en büyük boşluğun kapanmaya başladığını hissediyordum. Çevreme bakınca gördüğüm hiçbir şey de aynı değildi. Daha renkliydi her şey, sanki daha canlı. Anlıyorum ki insanın hayatına anlam katacak bir amacı olmalı. Her yeni gün amacımıza ulaşmak için yeni bir hedef koymalı. Biliyorum, bu sadece bir başlangıç. Bu dalga dalga tüm kasabayı saracak ve her yeni gün yeni umutlar doğacak.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Öğretmen / Yazar
2 Yorum
  • Kaleminize sağlık.
    İnsanın içindeki potansiyelinin ortaya çıkarılması ve hayallerinin peşinden ısrarla gidilmesi adına güzel bir hikaye olmuş.

  • Tebrikler,
    Bugün sanatçı deyip alkışladığımız ve sanatıyla mutlu olduğumuz ustalar da hep böyle kendilerini ispatlayarak çıkmamışlar mıdır?
    Aile ve toplum olarak yeteneği ile ön plana çıkan çocuklarımızı keşfetmek ve onların önünü açmak gibi bir sorumluluk sahibi olmamız gerektiğini umarım unutmayız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version