İstanbul bir metropol şehir, ezelden ebede, çağlar, çağ üstüne ismi değişse de hep aynı oldu. Bu büyük şehirde yaşam muazzam derecede güzel ama insanı hasta edercesine stresli. Televizyonu açtığınızda kanalları çevirdikçe göreceğiniz şeyler, siyaset, spor, haberler, şiddet, savaş, tartışmalar, yorumlar, programlar, filmler, diziler arada reklamlar vesaire vesairedir. Evet İstanbul kuşkusuz dünyanın incisi eşsiz bir memleket. Tarihinden manzarasına, konumundan modernliğine ve hatta nüfusuna kadar, ancak bunlar sadece size kalan boş vakitlerde keşfedebileceğiniz güzelliklerdir. Esasen harcayabilecek paranız kadar İstanbul’u arşınlarsınız. Elbette her şey paradır demiyorum, yaşayabileceğiniz onca güzellikte, duyacağınız onca hazda ücretsiz yerler bulmak mümkün. Ama İstanbul’un havası çok sinsi, zira soluduğunuz okjijende, egzoz ve tütün ürünlerinin kirliliğini de sinsice hissedersiniz, ancak bunu sadece dikkat ettiğinizde anlayabilirsiniz. Bu çok sağlıksız aslında günden güne insanı tüketen bir durumdur. Üstelik virüs tüm dünyada olduğu gibi uzun zamandır hayatı felç etmişti, alınan önlemler ise daha zorlayıcı oldu, eskiye dönük bir esneme var, ancak halen kameralar arkasında hayatı tehdit eder durumda aktif görünüyor. Bu yara kolay kapanmaz, zira binlerce insan bu katil virüse boyun eğmek zorunda kaldı. İnsanlar yakınlarını yaşlı genç demeden günden güne toprağa verdiler. Ölüler gittikleri zaman geride bıraktıkları her şeyi anı olarak bırakırlar. Ancak onları yokmuş gibi sayamayız. Bazen fotoğraflarda bazen bir elbisede bazen güzel anılarda bazen yaşadığı hanenin duvarlarında, onları unutmak kolay değil, bu tüm kayıplarımız için geçerli. Hayatınız boyunca onlar hep aklımızda bir yerlerde öylece zamanı geldiğinde hatırlanmayı bekleyecek. Bende o virüslerde en yakınlarımdan genç yaşında sayılan evli, iki çocuk babası amcamı kaybettim, öyle kolay unutulmaz her akıla düştüğünde ilk günkü gibi yürekte sızı bırakıyor. Bu yüzden dediğim gibi o yaralar kolay kapanmaz.
Öte yandan felaketler ülkemizde art arda en şiddetli şekilde yaşanır vaziyette, bunların acısı İstanbul’u da en ağır şekilde kavrulur durumda zira Türkiye’nin her yerinde insanların muhtemelen İstanbul’da bir yakını hep vardır. Maraş merkezli depremlerde ve ardından ara ara devam eden artçıları, üstüne yine o bölgelerde Urfa merkezli yaşanan sel felaketi dile kolay 50 bine yakın insanımızı enkaz altında toprağa verdik. Felaketlerin her biri insanlık dramını bize en acı şekilde gösteriyor İstanbul’u da beklenti haline sokuyordu. Malum birkaç yıldır İstanbul’da bir deprem bekleniyor, ülkemizde ki depremler sonunda bu daha çok konuşulur oldu. Öyle ki hangi kanalı çevirseniz İstanbul depremi konuşuluyor, hangi sosyal mecrada dolaşsanız yine İstanbul depremi konuşuluyor, neredeyse bu ihtimal bile Maraş’taki depremi gölgeler derecesine çıktı. İnsanlar korku halindeler, üzerinde binlerin ikamet ettiği kimi yer sağlam kimi yer kötü diye işaretleniyor, bununla birlikte eski yapılar için kentsel dönüşüm olayları her yerde konuşuluyor. İstanbul’da kabul etmemiz gerekiyor binlerce eski çürük yapı var ama eski olmasına rağmen binlerce de sağlam yapı var bunu bilmek zor. Esasen sıfır binanın sağlamlığı da kesin değil zira müteahhitlerin inisiyatifi kullanılarak adeta kafaya göre denetimsiz yapılmış binlerce bina da güvende olunacağının garantisi yok. Maraş’ta ve diğer tüm şehirlerde bunu en acı şekilde gördük. Depreme dayanıklı diye çit duvarlarında hala reklamları duran ama arkasında koskaca sitenin yerle bir olduğu manzaralar da gördük. Bu ve bunun gibi doğal afetlerin, ihmallerin, denetimsizliklerin vesaire gibi durumların İstanbul üzerindeki inanılmaz baskısı sonucu hayat daha stres yüklü hale geliyor.
Ama sonucu ne olursa olsun hayat hep devam ediyor. Yine de yaşamak zorundayız, henüz vakit varken yaşamak zorundayız, her şeye rağmen, olumsuzluklara rağmen, sonuna kadar yılmadan, yıkılmadan, pes etmeden, yaşamak zorundayız. Nasıl ve ne şekilde yaşayacağınız elbette kişiye kalmış, Fakat şu yaşadığımız dönemde parasızda yaşanmıyor. Belli başlı bir gelirin yoksa çalışmak zorundasın. Herkes gibi çalışmalısın bazen de herkesten çok çalışmalısın.
Genel olarak muazzam şehrin tadını kilometrelerce öteden gelen turist çıkarıyor. Zira bilinçli gelmiştir, sadece bu amaçla gelmiştir, bu yüzden elinden geldiğince tüm güzellikleri tadar. Ancak burada yaşayan ahali için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değil, para kazanmaya çalışmaktan fırsat bulamaz ki İstanbul’un o eşsiz güzelliklerini tadabilsin. Bu çok adaletsiz trajikomik bir durum fakat gerçektir. Çünkü gezmek tozmak içinde bahsettiğimiz paraya sahip olmalıyız. Ne insanlar tanıyorum İstanbul’da doğup büyüdüğü halde yaşadığı mahallede ki bir müzeye sırf ücretli diye girmeyen, oysa onu görmek için Avrupalısı, Asyalısı kilometrelerce öteden geliyor. Evet, belki tüm sorun para değildir, belki eğitimin de, müzenin herkeste merak uyandırmaması da buna etken olabilir ama neticede az olan değerli parasını oraya vermeyi doğru bulmadığı için gitmeyen binlerce insanımız var. Kimseyi yargılayamayız, parayı geçim için faturalara, taksitlere ayırmayı daha doğru buluyorlar. İşte bu gibi durumlar insanı lüks ve pahalı yaşamdan ziyade özüne döndürmeye itiyor. Eskiden Anadolu insanı İstanbul’un modernliğin büyüsüne kanıp köyünü memleketini bırakarak İstanbul’da yaşam mücadelesine girişiyordu ama şimdiler de bu durum değişmeye çok hızlı başladı. Zira insanlar otellerde, yatlarda, sahillerde beş yıldızlı müthiş tatiller yerine, artık köylerini, ormanlarını, hayvanlarını hayal eder oldu. Jakuzilere, havuzlara, plajlara, denizlere karşın, gölü, ovaları, ağaçları, dereyi tercih eder oldu. İnsan doğasını, ait olduğu yeri, gelmiş olduğu yeri, aslında isteyerek yahut istemeyerek de olsa, olumsuzluklar ve yaşam şartları sayesinde arzu ediyor. Doğa, yaşam, inekler, tavuklar, koyunlar, atlar, kedisi köpeği, ağaçları, organik tarla mahsüllerini, asıl kaliteli yaşam gibi şeyler modern insanın içinde çok daha rağbet gören, çok daha lüks sayılır oldu. İstanbul’da yaşayan bir insanın tavuk çiftliği kurmasındaki hayali, yine İstanbul’un sıkıntı ve stresinden kaynaklıdır.
İnsanlar, Fatih Sultan Mehmed’e müjdelenmiş, Osmanlıların kılı kırk yararak onca şehit vererek aldıkları, Nova Romanın, Konstantinapolisinden kaçmak için burada gecesini gündüzüne katarak çalışıyorlar. Sırf doğa ile yeniden birleşmek için, eskiye yeniden dönmek için asıl kaliteli yaşama kavuşmak için mücadele ediyorlar.Kaçtıkları sadece İstanbul değil, egzozsuz, sigarasız, hatta virüssüz, depremsiz, bazen kötü yaşam koşulları yahut kalabalık hayattan da kaçmak için buna ciddi çaba harcıyorlar. İnsan artık köyden gelip nasıl burada modern çağa ayak uydurup evrimleşti ise, köyde makul bir hanede, doğa ile iç içe yaşamda hayat kurup orada da kolayca evrimleşecektir.
Umarım herkesin hayali, arzu ettiği gerçeklikte olur, kalın sağlıcakla…