Mevsimsiz Şehirler

Gülay Eker 80 Görüntüleme 1 Yorum
5 Dak. Okuma

Bazı yazı başlıkları vardır, sadece okunup geçilen. Bazıları da vardır, insanı derinden etkileyip yazının tamamını okutan.

Bazen yoğunluğun içinde okuduğumuz başlığın altını kendimiz doldururuz; yolda, arabada, mutfakta… Kendimizce, kendi kelimelerimizle zihnimizde yazar dururuz. Çünkü yazıyı okuyamasak da başlık bizi alıp bir yerlere götürmüştür.

Sanırım ben de bu başlığı (mevsimsiz şehirler) farklı zamanlarda, farklı kelimelerle çok fazla doldurdum.

Her ay yazmak için oturduğumda, masamda “mevsimsiz şehirler” de benimle birlikteydi. Ama her seferinde yerini başka bir arkadaşına verdi. Başka bir başlık ve yazıyla çıktım karşınıza, ta ki bugüne kadar.

Çocukken hepimize öğretilmiştir, bir yılın dört mevsimden oluştuğu. İlkokul sınıfımızın duvarındaki kartonlar hepimizin aklındadır. Kartona çizilmiş kırmızı atkılı kardan adamın, pamukla kaplanmış şişman vücudunu hatırlamayanımız yoktur sanırım.

Çiçeklerin, güneş ve denizin doldurduğu yaz panosu resimlerini, yaprak dökümüyle süslü kahverengi sonbahar panosunu da unutmamak gerekir tabii.

Her birimizin sevdiği mevsim farklıydı çocukken. Kimimiz yaz derdi, kimimiz bahar. Büyüdük birer birer, sevdiğimiz mevsimlerle…

Çocukluğumda mevsimler daha bir başkaydı diyenlerinizi duyar gibiyim. Yazın başlangıcı, okulların tatil olmasıyla başlardı.

Çocukluğumda yaz demek, tatilin diğer adıydı. Şimdiki gibi klimalı odalarda, telefon ve bilgisayar karşısında odaya kapanmak değildi. Sokaklar birden şenlenir, çocuk cıvıltıları ile dolup taşardı. Yaz mevsimi; oyun, arkadaşlık, karanlık olmadan eve gelmek, bir de arkadaşlarla salçalı ekmek paylaşmanın adıydı.

Bazılarımız da en çok bahar ayını severdi. Doğanın canlanması, ölü toprağın yeniden can bulmasını severdi. Derelerin ve akan her suyun sesi, insanın içini coşturur, heyecanlandırır. Mis gibi yemyeşil otların topraktan başlarını çıkarması, yağmur sonrasındaki toprak kokusu bize insanlığımızı, mayamızı hatırlatır.

Hafta sonu piknikleri baharın habercisidir. Yeniden dirilen doğanın sabah saatleri bir başkadır. Bahçeli bir evin penceresinden sabahı gülümseyerek selamlamak… Böyle güne uyanmak, bulunmaz bir nimet değil midir yüreğimiz ve ruhumuz için?

Evlerimiz çok değil, bundan yirmi otuz yıl öncesinde genelde bahçeliydi. Müstakil evlerin, minik de olsa bir bahçesi olurdu ve içinde en az birkaç ağaç.

Gölgesi, meyvesi ve serinliğiyle bize yoldaş olurdu ağaçlar. Mevsimleri bize hatırlatırlardı. Yaprakların her mevsim değişmesi evlerin görünümünü de değiştirirdi. Evler, mevsimlere göre şekil alırdı. Baharda çiçek saksıları değişir, toprak yenilenirdi. Komşudan alınan yeni çiçekler dikilir, bahçede yerini alırlardı.

Şimdiki bahçeli evlerin çoğu, bu zamanları yaşamış teyzelere ait. Annem ve annem gibi teyzeler, balkonlarda yaptıkları doğal çiçek tabloları ile hâlâ bizlerin hem gözlerine hem de gönüllerine huzur vermeye devam ediyorlar.

Beton ile kaplı sokaklar, toprağın unutulduğu beton bahçeler ve ağaçsız, çiçeksiz balkonlar… Ve toprağı unutan bizler… Gökyüzündeki bulutları görebilmek için epeyce kaldırmamız gereken başlarımız…

Doğadan uzaklaştıkça, bilmeden kendimizden de yabancılaşıyoruz.

Her gün ihtişamla doğan ve renk cümbüşü ile batan güneşin o muazzam güzelliğini göremeden yitip giden günlerimiz… Yani; mevsimsiz şehirlerimiz

Şarkıda “bak, önümüz yaz” diyor ya, ben de “önümüz kış” diyorum. Hüzün mevsimi olan eylülün ortalarına geldik, geçiyoruz. Peki, eylülün ne kadarını hissedebildik?

Sonbahara girdiğimiz şu günlerde kaçımız bir bağ bozumuna gidebildi? Yazın bir bostan tarlasında en son ne zaman bir karpuz kopardık ya da bir incir? Her gün yediğimiz ekmeğe ait buğday tarlasına en son ne zaman elinizle dokundunuz?

Beton binalar arasında, bir kamyonet arkasında veya bir marketin meyve reyonlarında gördük mevsimleri… Değişen mevsimler ve değişen meyveleri…

Elbette yaşam gereği şehirlerdeyiz. Çalışmak zorundayız. Ama kendimiz için, özellikle de ruhumuzun dinginliği için doğadan uzaklaşmamalıyız. Beden sağlığı gerçekte doğadan kopmamakta sağlanır. Mevsimleri yaşamakla beden dinç ve sağlıklı kalır.

İnsan, yaratılış gereği doğaya uyumludur. Doğa ve mevsimlere ihtiyacı vardır. Her mevsim insan için bir şifadır. Her mevsimin insan ruhuna sayısız katkısı vardır. Ama insan, fabrika ayarlarını bozmuştur. Ve artık bu ayarlara dönmek zorunlu hale gelmiştir. Maddi ve manevi tüm rahatsızlıkların temelinde de bu yatmaktadır.

Bedenimizi mevsimlere uyumlandırmalıyız. İnsanın fabrika ayarlarına geri dönmesi şart. Ancak bu şekilde olabilir. Doğaya yakın, çevreye uyumlu… Zaten dönüş de toprağa değil mi?

Bu nasıl mı olacak? Önce isteyelim bence… Nasıllar bir şekilde sizi bulacaktır.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Gülay Eker
Bağlantılar:
Öğretmen / Yazar
1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version