Mezarlık ve Asırlık Çınar

Şükrullah Yavuzer 95 Görüntüleme Yorum ekle
14 Dak. Okuma

Kardeşimin küçük yaşta ölümü beni derinden etkilemişti. Onu unutamıyordum. Gülüşü, zeytin gözleri, yumak yumak elleriyle suratımı avuçlayıp kahkahalar atması gözlerimin önünden gitmiyordu hiç. Annemle ilk kez mezarını ziyaret edişimi, kardeşimin çok sevdiği iki bisküvi arasına sıkıştırdığım lokumu, mezarının başucuna koyuşumu hiç unutamıyordum. O daha küçücüktü neden ölmüştü ki?  Kardeşimin minnacık bedeni; incecik, narin, rengârenk bir çiçek olmuş, açmıştı mezarının toprağında. Ölümün yaşı yoktu, herkes ölecek yaştaydı. Çocuğu, yaşlısı, zengini, fakiri,  ağası, marabası… Neylersin ölüm herkesin başındaydı işte…

Hayat kaç yıl yaşadığımızla ilgili değil, yaşam sürecine neler sığdırabildiğimiz ile ilgiliydi. Kiminin yaşı büyüktü ama az yaşamıştı, kimin yaşı küçücüktü ama yıllara koca bir hayat sığdırmıştı.

Ne garip bir çelişkiydi hayat, doğunca sen ağlıyorsun ölünce başkaları, doğunca çırılçıplaksın ve beraberinde hiçbir şey getirmiyorsun, ölürken de çırılçıplaksın ve beraberinde hiçbir şey götürmüyorsun…

Hayat neydi? Tutunduğumuz paslı bir tel miydi? Hayattan beklentilerimiz nelerdi? Şairin dediği gibi hayat kimseye yar olmayan ve ağlatan bir yol muydu?

“Sen; Sımsıkı tutunduğum
Avuçlarımı kanatan
Paslı dikenli bir teldin
Ruhumu kesen kör bir bıçak
Açık bir yaraydın tuz basılan
Hep kanattın hep ağlattın
Sen bana hiç yar olmadın hayat…”

Kahpe felek, zalim hayat, yalan dünya, kötü kader deyip duruyorduk. Acaba gerçekte kim kahpe, kim zalim, kim yalan, kim kötüydü? Felek mi, hayat mı, dünya mı, kader mi yoksa insanlar mı? Kahpelik de zalimlik de yalan da kötülük te insanın yüreğinde değil miydi? Cennet ve cehennem uzaklarda değil, yüreğimizin ta kendisi değil miydi?  Ömrünü heba edenler için hayat, mendil satarken akan burnunu kolu ile silen çocuklar gibiydi…

Bazı insanlar yüreklerde ölür ve mezar yerine yüreğe gömülür:

Bugün yüreğimde ölenlerin listesinde adını gördüm.
Oysaki şiir tadında yaşamak yakışırdı sana…

Tutabilir miydi insanoğlu güneşi avuçlarında, dur diyebilir miydi akıp giden zamana, kalbinin atmasına hükmedebilir miydi? Ölüm de böyleydi işte tüm hükümler hükümsüzdü…

İlk kez annemle geldiğim mezarlığın yolunu öğrenmiş artık tek başıma kardeşimin mezarını ziyaret edebiliyordum. Kardeşimle konuşuyor, evde olan bitenden, yaramaz kedimizden ve hep peşinden koşuşturduğu horozumuzdan bahsediyor olmuştum…

Yıllar geçmiş, büyümüş ortaokula başlamıştım. Kardeşimin özlemi ağır basmış bu özlem bir gizli el gibi beni mezarlığa doğru çekmişti. Mezarlığa her seferinde batı kısmından giriş yapıyordum. Bu defa doğu ucundan Cebrail Amcanın evinin hemen arkasındaki büyükçe demir kapıdan giriş yapmıştım. Mezarlık şehrin biraz uzağında yüksekçe bir tepedeydi. İnsanlar mezarlıkları neden şehrin uzağına yaparlardı ki? Ölümden, ölülerden uzaklaşmak için mi yoksa ölümden korktukları için miydi bilinmez ama her korkan buraya gelip boylu boyunca, elsiz, dilsiz uzanmaktan kurtulamamıştı…

Mezarlığın bulunduğu tepe ile aşağısında bulunan mahalleyi bir çizgi gibi birbirinden ayıran bir su arkı vardı. Bu ark mezarlığı boydan boya sulayarak akıp gidiyordu. Arkın sağı ve solu yemyeşildi. Diğer yerler ise kupkuruydu. Tıpkı yaşam ve ölüm gibi, tıpkı mezarlıkta gezenlerle, mezarda yatanlar gibi… Mezarlığın tam orta kısmında, mezarlığa ve mahalleye hatta şehrin bir kısmına hâkim olan asırlık bir çınar ağacı ihtişamlı duruşuyla yıllara meydan okuyor, İspiriz Dağı’ndan esen rüzgarla dallarını, yapraklarını sallıyor ve hemen dibinden billur gibi akıp giden suyla ahbaplık ediyordu. Dost dediğin bu su gibi olmalıydı, hayat vermeliydi…

Çınar ağacının kalınca bir gövdesi, salkım saçak dalları ve yaprakları vardı. Sanırım böyle kalın bir gövdeye, gür dallara ve yapraklara sahip olması komşu ark ile iyi ilişkileri sonucuydu…

Kalın gövdesinin bittiği, dallarının başladığı yerde üç dört kişinin rahat oturabileceği hatta ayaklarını uzatabileceği genişlikte bir alan vardı. Bu alan benim için çok önemli bir keşifti. Aya ilk ayak basma ya da Amerika’yı keşfetme gibi, artık mezarlıktaki zamanımın büyük bir kısmı burada geçecekti…

Çınar ağacının kuşlarla da arası iyiydi. Günün belli saatlerinde kuşları dallarında ağırlıyor, kuşlar cıvıl cıvıl öterek yaşlı çınara yarenlik ediyorlardı.

Kardeşimin mezarını ziyaret etmiş, olan biteni anlatmış veda edip geri dönmüştüm. Yaşlı çınarın yanına vardığımda şırıl şırıl akan su beni cezbetmiş, bu suyla elimi yüzümü yıkamış serinlemiştim. Çınar ağacının kalın gövdesinin etrafında bir tur atmış sonrada keşfimi tam yerinde görmek için ağaca tırmanmıştım.

Ağaca tırmanıp etrafı seyre dalmıştım. Ağacın üstü İnanılmaz güzel bir yerdi. Huzur veriyordu. Sağımda künyeleri mezar taşlarına yazılan ölüler sessiz sedasız yatıyor, Hemen aşağıdaki mahallede insanlar yürüyor, çocuklar top peşinde koşuşturuyor, kadınlar evlerinin önünü süpürüyorlardı. Hayat ve memat iç içeydi. Mezar taşlarındaki yazılar dikkatimi çekmiş gayri ihtiyari bu yazıları okumaya dalmıştım.

“Biz de gezerdik siz gibi, siz de geleceksiniz biz gibi.”

“Nasıl çalıştın, nasıl yoruldun. Acep kimi sevdin kime darıldın? Altı arşın bir beyaza sarıldın. İşte budur akıbetin ey insanoğlu.”

“Adımı ben bile unuttum gömenler ne yapsın?”

“Ruhuna fatiha.”

“Aklı olan ölülere değil Fatiha’yı kendine okur.”

“Kalbinin her çarpıntısı, ecelin ayak sesiydi duymadın mı? ”

“Çekme dünyanın nazını, kıl beş vakit namazını, yarın kılarım diyenin bu gün kıldık namazını.”

Mezar taşlarındaki bu yazılar aklıma şairlerimizin ölüme dair mısralarını getirmişti.

Ölmek mi zor yoksa yaşarken ölmek mi? Bu sorunun cevabını Yahya Kemal Beyatlı bir şiirinde şöyle dile getiriyor:

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkil budur ki ölmeden evvel ölür kişi

Ahmet Muhip Dıranas “bize yakın sandığımız her şeyin gerçekte uzak olduğunu ve hiç bir şeyin ölüm kadar yakın olmadığını söylüyor;

Uzaktadır her şey; gökyüzü, deniz,
Her an peşimizden koşan gölgemiz,
Özlenen limanlar, yanan yıldızlar.
Uzaktadır her şey; anneler, kızlar…
Uzaktadır her şey, hep… yalnız ölüm,
Her yerde, her an yakınımız, ölüm.    

Necip Fazıl Kısakürek hayat boyu koşuşturduğumuz yolun aslında nereye çıktığını “Kaldırımlar” adlı şiirinde şöyle anlatıyor:

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur…
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları… 

Cahit Sıtkı Tarancı’nın Yaş Otuz Beş şiirinde ölüm şöyle tarif ediyor:

N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.

Orhan Veli “Ölünce iyi adam olacağımızdan” söz eder bir şiirinde;

Ölürüz diye üzülüyoruz
Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada
Kötülükten gayrı?
Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.

Yahya Kemal Beyatlı Sessiz Gemi adlı şiirinde tabutu limandan kalkan bir gemiye benzeterek müthiş bir tasvirde bulunmuş;

Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilinmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Kuşların ve bulutların gökyüzüne, atların çayırlara yakıştığı gibi bu çınar ağacı ile şırıl şırıl akan ark da mezarlığa o denli yakışmıştı. Yağan yağmurda ıslanmakla, yağan yağmuru his etmek aynı şey değildi. Tıpkı bakmakla görmenin aynı şey olmadığı gibi…

Çınar ağacının dalları arasında ne kadar sessiz kalırsam o kadar çok şey duyuyor, o kadar çok şey görüyor ve o kadar çok şey hissediyordum. Ben susmuştum, mezarlar, mezar taşları, ağaçlar, kuşlar, koca bir şehir, ölüler ve diriler konuşuyordu artık…

Hayatı boyunca camiye gelmeyenin ölüsü getirilmişti camiye, hiç namaz kılmayanın namazı kılınmıştı musallada…

Tabut bir gemi, cami avlusu rıhtım gibiydi. Yolcuların kimisi yeşil bir örtü, kimisi al bayrak kimisi bir tülbentle uğurlanıyordu.  Uğurlananlar belki de ilk kez el üstünde tutuluyorlardı…

Musallada hepimiz Müslümandık, hepimiz hakkımızı helal ediyor ardından tezat dolu bir yaşama geri dönüyorduk…

Mezarlığa gelirken başını örtenler mezarlığın dışına çıkar çıkmaz örtülerini açıyorlardı, kabirde cansız yatanlar için örtünenler her daim diri olan Allah için örtünmüyorlardı.

Dört kollu bir tabutla belki ilk kez omuzlar üzerinde taşınanlar, el üstünde tutulanlar, kazılan derin bir çukura atılıyorlardı.

Mezarlardaki insanlar derin bir uykudaydılar. Evlere, apartmanlara, ele avuca, yere göğe sığamayanlar daracık bir mezara sığmışlardı. Yatakları, kuş tüyü yastıkları beğenmeyeneler, taş yastıklara başlarını koymuş, soğuk ve nemli toprakla örtünmüşlerdi. Akrabasından, yakınından kaçanlar; akreplerle, yılanlarla koyun koyunaydı. Üşüyorlardı, belki de pişmanlardı ama söyleyemiyorlardı. Artık üşüyünce üstlerini örten birileri de yoktu yanlarında. Hiçbir şeye doymayanların gözünü bir avuç toprak doyurmuştu. Hırsın, nefsin, şöhretin, makamın, malın, mülkün hepsi; alınıp verilmeyen ya da verilip alınmayan bir nefesin sonunda geride bırakılmıştı. Ve geridekilerin artık kendilerine bir faydası yoktu, bunların hepsi kabir kapısına kadardı…

Omuzlar üzerinde getirilenler dallarından koparılmış birer çiçek gibiydiler başka bir baharda çiçek açmak üzere toprağa gömülüyorlardı tohum misali…

Çocukken çok fazla oyuncağımız yoktu. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık; çamurdan, tahtadan, telden…  Bulduğumuz her nesneye oyuncak gözü ile bakardık. Bir gazete uçak olurdu uçururduk. Bir ağaç dalı at olurdu, binerdik. Aşık kemiği ile aşık atardık. Bir salça kutusu top olurdu, oynardık. Gündüz renkli cam parçaları toplardık. Bu cam parçaları paha biçilmez oyuncaklar oluverirdi, onlarla oynardık. Bazen bu camlar için kavga eder birbirimizin yüzünü gözünü yarardık. Akşam eve döndüğümüzde annelerimizin korkusundan bu cam parçalarını eve götüremez, topladığımız gibi geri atardık… Birbirimizi kırıp döktüğümüz dünya malı, makamımız, mevkiimiz de mezar kapısına kadar değil miydi?  Tıpkı renkli cam parçacıkları gibi geride bırakıp kabre yalnız başımıza girmiyor muyduk?

Bir metre derinlikteki toprağın altında herkes eşitti. Herkes kaskatı ve boylu boyunca uzanmıştı. Karanlık ve güneşsiz bir ortamda herkesin üstünde aynı elbise vardı ve herkesin kafası aynı yöndeydi.

Dünyayı tanımak, varılacak menzili bilmek için mezarlıklar biçilmiş kaftandı.

Dünyada yaptıklarından kurtulur muydu insanoğlu yoksa amelleri kefen gibi saracak mıydı bedenini mezarda…

İnsanlar mezardayken mi uyuyorlardı yoksa yaşarken mi, belki de ölürken uyanıyorlardı kim bilir?

Doğarken ölenler, ölürken yaşayanlar…

Doğarken beşiğe konanlar ölürken tabuta konuluyordu…

Bir tarafta mezarlara bir tarafta beton evlere gömülü insanlar Dünyada kalış sürelerinin muhasebesini yapıyorlardı kim bilir…

Ne de çabuk bitivermişti dünya hayatı. Ne de güzel hesapları vardı hâlbuki. İş güç bitince namaza başlayacaktı beriki, gençliğin tadını çıkardıktan sonra örtünecekti öteki. Hem ne gereği vardı gençken yaşlılar gibi örtünmeye…  Yaşlanınca hacca bile gidecekti, içtiği içkiyi doyasıya içip eğlenecek, yaşlanınca tövbe edecekti belki. Bu ölüm de nerden çıkmıştı şimdi. Zamanı mıydı ölmenin?  Adı El-Hasip olanın hesabı varken kendi hesabı tutmamıştı işte. Ufukta bir gün batımı gibiydi hayat…

Gökyüzünde kuşlar kadar hür, yeryüzünde atlar kadar sınırsız olanlar şimdi ne kanat çırpabiliyor ne de koşabiliyorlardı. Yaşarken zindanda olanlar vardı bir de.  Zindan mı mezar mı daha çetindi?  Zindanda hep bir umut vardı, belki bir gün çıkarım diye. Ya mezardakiler öyle miydi? Bütün umutlar bir avuç topraktan ibaret değil miydi? Yorulunca ayaklarını uzatıp yatmaya benzemiyordu ölüm. Bir sigara tüttürüp efkâr dağıtmaya da…  Ölümdü bu soğuk, kaskatı ve hareketsiz…

İnsanoğluna yaptığından başkası yoktu.(Necm-34) Üzdüğü kadar üzülecek, ağlattığı kadar ağlayacak ve acı verdiği kadar acı çekecekti. Aslında ne etmişse insanoğlu kendine etmişti.

Burada yatanlar belki ölümü hep başkalarına yakıştırıp dururlardı ama bir gün ölümün kendilerine de çok yakışacağından bihaberlerdi.

Öyle dalmışım ki Dünyaya ölmüşüm haberim yok misali…

Hiç birimiz düşünmedik, düşünmüyoruz da acaba bizlerin meçhule giden yolculuğu ne zaman ve nasıl olacak? Ardımızda nasıl bir hikaye bırakacağız? Ardımızda okunacak bir şiirimiz olacak mı?

Ölüm bir buz dağı kadar soğuk, ölüm yaşam kadar gerçek.

Şimdi bir dönüp arkamıza bakalım. Neler yaşadık?

Neler gördük?

Nelere ağladık, nelere güldük?

Ve hiç bitmeyecek sandığımız dünya hayatı nasıl bitti?

Bunu müthiş dizeleriyle Yunus Emre şöyle özetlemiş:

Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi bir göz açıp yummuş gibi…

Bu İçeriği Paylaş
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version