Mehmet, her sabah güneşi karşılayan Mardin sokaklarının dar ve taşlı yollarında yürürken, kalbinde bir sızı taşırdı. Bu sızı, ne coğrafyanın zorluğundan ne de hayatın yükündendi. Bu, içinden çıkamadığı bir aşkın derin yarasıydı.
Leyla… İsmine bile dokunurken sesi titreyen Mehmet, onu ilk kez bir kitapçıda görmüştü. Elinde eski bir tarih kitabı tutuyordu Leyla, kapağında ise Mısır’dan kalma bir mumyanın resmi vardı. O an Mehmet, kalbine mühürlenen bu aşkın, kendi mumyasına dönüşeceğini nereden bilebilirdi?
Leyla, uzak ve ulaşılmaz bir dağ gibi sakindi. Öyle bir zarafeti vardı ki, Mehmet onun gözlerine bakarken kendini hep eksik hissederdi. Kızın duruşundaki asaleti bozacak kadar sakil bulurdu kendi varlığını. Ama yine de her gün, Leyla’yı görmek için kitapçının önünden geçer, belki bir tesadüfün mucizesiyle göz göze geliriz diye umut ederdi.
Bir gün Leyla, Mehmet’e dönüp gülümsedi. İşte o an Mehmet’in dünyası durdu. Kelimeler boğazına düğümlendi; ne diyeceğini bilemedi. Ama Leyla, bu şaşkınlık durumunu önemsememiş gibi, ona bir soru sordu:
“Sen hiç rencide olmayı göze alarak bir şey yaptın mı?”
Mehmet şaşırmıştı. Daha o an anlamıştı ki, bu soru aslında basit bir sohbetin ötesindeydi. Kendi kendine, “Aşk zaten başlı başına bir rencide olma değil mi?” diye düşündü. Ama bu düşünceyi dile getiremedi.
Günler geçti. Leyla ile kitapçının önünde küçük sohbetler etmeye başladılar. Mehmet, Leyla’nın her kelimesine daha da bağlandı. Ancak bir gün Leyla, Mehmet’e buruk bir gülümsemeyle veda etti. Ailesi onu başka bir şehre götürecekti. Bu vedanın ardında büyük bir acı vardı ama Mehmet sormaya cesaret edemedi.
Leyla gittikten sonra Mehmet, onun bıraktığı boşlukta kayboldu. Kalbinde bir mumya gibi koruduğu aşkı, artık kendi içinde yavaş yavaş çürümeye başlamıştı. Onun ardından yazdığı her şiir, aşkın ve ona verdiği ıstırabın acısını anlatıyordu. Bir gün, Leyla’nın ona verdiği son kitabın içine baktığında bir not buldu:
“Mehmet, eğer bir gün bu aşkı mumyalayıp korursan, unutma: Bazı şeyler çürürken bile insana hayat verir.”