Yaşlı ebeveynleriyle ilgilenmek zorunda kalanlar, eminim anlatacaklarımı “biz de yaşadık” diyecekler.
Annemlerdeyim, gelen giden, arayan soran çok maşallah… Allah eksikliğini göstermesin.
Yalnız bu gün telefon öğütçülerine cevap vermekten usandım:
“Kızım, öyle yap sevaptır, böyle davran daha iyidir, sen sen ol, anneye ‘öf’ bile deme.”
Hadis-i şerifleri, ayetleri tek tek sayıp dökmeler… Hele öğütçülerin biri, hiç bu kriterlere uymayan biri!
“Hadi ulan, hepsini anladım da, hepsine nazik ve kibar olmaya çalıştım da, buna olamıyorum! İçimden pat diye söyleyesim geliyor.”
“Sen niye büyüklerine ihtimam göstermiyorsun? Bu kurallar, kaideler bana mı özel? Bana özel ayet mi indi? Tövbe tövbe, dilime biber süreceğim. İnsanı dinden imandan çıkarırlar bu öğütçüler.”
Yemek tarifi verenler de cabası:
“Yemeklere fazla yağ koyma.” Şimdi dini söylemlerden diyetisyen bölümüne geçtik, biliyor musun?
“Yemeklerde salça, kadınlarda… makbul!”
“Ama olsun kardeş, sen sen ol, az koy salçayı. Hem bir kavanoz salça dünyanın parası.”
Eğer yemekler neden az salçalı diye soran olursa, hemen yapıştır:
“Salça, anama babama zararlı, ondan az koydum,” dersin.
At gitsin, boş ver gitsin, kurtul gitsin.
Yok fazla bakliyat yapma, yok sadece sebze yemeği olmaz. Bir de öğütçülerin içinde terziler, giyimciler var:
“İç çamaşırlarını tersinden giydir ki yaşlıların teninde iz yapmasın. Kollarının altını, bikini bölgelerini pudrala, yağla, kremle. Elbiselerini öyle giydir. Alimallah her yerleri yara döker de, sonra işin yoksa doktor doktor dolaş.”
Yaşlılar yaz sıcağında çok ter döker, çok kaşınırlar. Pamuklu, penye en iyisi, bol fakat ayaklarına dolaşmayan cinsten kumaşlar onlar için en iyisi.
“Kız, bundan iyisi çamda kayısı!” Bir kahkaha patlatıvermez mi? Şeytan diyor, bir yumruk at gözünün üstüne.
“Canım ağzımda zaten.”
“Ay, teşekkür ederim canım benim. Çok naziksiniz, güzel bilgilerinizi benimle paylaşıyorsunuz.”
“Biliyor musunuz, bildiğini saklayan, bilgisini mezara götüren tipler var, ayol!”
“Eveet.”
“Siz mis gibi paylaşıyorsunuz.”
“Kendinizle gurur duymalısınız!”
Sabahtan beri dinle dinle bitmiyor. İşler güçler durduğu yerde duruyor. Haydi, tabana kuvvet. Her şeyi yerli yerinde yapmak lazım. Ayak altında hiçbir şey olmamalı. Rahat bir şekilde evin içinde dolaşılmalı.
Derken ufukta yeni bir misafir daha… Gözümün önünden bir şey geçer gibi oldu. Taktım kafayı ona. Takipteyim. Aboo! Kocaman bir kara Fatma! Bağırınca…
Annemin adı. Annem söylenmeye başladı:
“Ben sarışınım bir kere devamsız.”
“Sen ne zaman adam oldun da benimle dalga geçer oldun?”
Bu gün işleri yoluna koymak bana haram oldu. Biraz da onun peşine terlikle dolaş dur.
“Tam köşeye sıkıştırdım,” derken “yine kaçırdım.” Dar bir alanda karşılıklı mücadele devam ediyor. Maç bir bir berabere.
Kağıttan huni yapmak aklıma geldi. Kağıttan huni yaparken eşimi çağırdım, kara Fatma’nın başına nöbetçi bıraktım.
“Yok, öldürmek günahtır. Onların da canı var.” Telkiniyle büyümüş biri olarak… Eşim oradan, ben buradan yakalayıp yarım saatin sonunda camdan aşağı atabildim.
“Hop, aşağı!”
Tam nefes aldım, bir soluklandım. Yemek saati yaklaştı…
“Allahım, bana yardım et. Şimdi ne pişireceğim? Evde ne var, ne yok ona bir bakayım.”
“Dünden yemek olsa ne güzel olur. Yanına da ufak bir şeyler eklerim, bu günü kotarırım.”
“Aman Allah’ım!”
O da ne? Buzdolabı tam takır kuru bakır. Gece kim gelmiş? Dünden ne vardı? Hatırlamıyorum.
Ben de kafamı kaldır: Onu dinle, onu düşün, onun işini çöz. Böcek kovala, telefonlara cevap ver. Kapıya bak, alışverişe çık.
Tarlada akşama kadar çalışsam daha iyi. Hiç olmazsa tek bir iş yapardım. Bin tane iş yap, hepsi yarım yarım. Bu evin hakkından en az üç kişi gelir. Neyse ki düdüklü diye bir tencere var. Ona şu an sarıldım, öptüm:
“Seni çok seviyorum,” dedim. “İyi ki varsın!”
Buzluktan bir paket eti düdüklüye gönderdim. Önceden haşlanmış fasulye, soğan, az bir salça… Yanına bulgur pilavı, salata… Kırk dakikaya hazır! Çok şükür ya Rabbim, bu günü de kotardık.
Salonda oturdum, bahçeyi gören koltuğa karşı. İncir ağacı tüm ihtişamıyla karşımda… Çok şükür ya Rabbim. Şükredeceğim on tane şey aklıma geldi. Tek tek saydım.
Şikayet ettiğim her şey meğer bir nimetmiş. Her şey bir anda anlamını yitirdi mi ne? Sıkıntılarımla savaşmayı bırakıyorum. Sıkıntılarımdan korkmuyorum. Sıkıntılarımdan kaçmıyorum.
Oh be, rahatladım!