Biz Nazım Hikmet olmak ne demektir bilemeyiz… Çünkü hiçbirimiz onun kadar hasret çekmedi. Hiçbirimiz nefes aldığımız zamanın çoğunu hapishanede geçirmedi. Aşık olduk belki ama hiçbiri onun Piraye’ye duyduğu aşk kadar derin değildi. Hiçbir erkek hiçbir kadını onun kadar özlemedi. Hiçbir baba henüz iki buçuk aylık evladını ardında bırakıp toprağından kaçmak zorunda kalmadı. Üzerine bir de vatan haini ilan edilmedi. Ve ne komik, vatan haini ilan edilip üstün bir barış ödülü almadık. Biz Tahir de değildik, Zühre de…
Yani canlar, o yüzden biz Nazım Hikmet olmak ne demek bilemeyiz. Biz ancak onu kaleme aldığı şiirlerden biliriz. Okuruz, tüylerimiz ürperir, “Vay be! Ne güzel yazmış,” der geçeriz. Onu yazdığı satırlardan ibaret kabul eder ve sadece kaleminin izinden tanırız.
Şimdi gelin, şiirlerinde tanıdığımız, tüm dünyanın kucak açtığı ama kendi vatanının onu bir gram toprağa sığdıramadığı o mavi gözlü koca devi beraber tanıyalım.
Nazım Hikmet Ran, 20 Kasım 1901’de bir daha dönemeyeceği Selanik’te dünyaya geldi. Bir ay için bir yıl büyük görünmesin diye 15 Ocak 1902 olarak nüfusa kaydettirildi. Aydın bir ailenin çocuğuydu. Adını babası Hikmet Bey ve baba tarafından dedesi Nazım Paşa’dan aldı. Annesi Ayşe Celile Hanım’dı. Babası Hikmet Bey, eğitimli ve Fransızca bilen biriydi. Ticaret yapmayı denemiş ama başarılı olamayınca dış işlerinde memur olarak çalışmaya başlamış. Memur olmayı da çok sevmemiş.
Şairlik ruhu Nazım Hikmet’e annesi Ayşe Hanım’dan ve dedesi Nazım Paşa’dan geçmiş. Ayşe Hanım, Fransızca bilen, piyano çalan ve resim yapan bir hanımdı. Ayşe Hanım’ın kardeşi Münevver Hanım ise yazar Oktay Rıfat’ın annesiydi. Nazım Paşa ise Mevlevi tarikatındandı. Şairliğe yatkın ve özgürlükçüydü. Valilik yapmıştı. Daha Nazım Hikmet’in hayatına geçmeden bile ne kadar değerli bir aileye sahip olduğunu görüyoruz.
Baba Hikmet Bey, Nazım daha küçükken memurluktan ayrılıyor ve Halep’te valilik yapmakta olan Nazım Paşa’nın yanına yerleşiyor. Orada yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar ama başaramıyorlar. O nedenle bavulları toplayıp İstanbul’a geliyorlar. Hikmet Bey burada da bir iş kurmayı deniyor, ancak başarılı olamıyor. Bu yüzden pek sevmediği memurluk hayatına geri dönmek zorunda kalıyor.
Nazım’ın çocukluğu Osmanlı’nın yıkılmaya başladığı zamanlara denk geliyor. Eve gelenleri çok ve ailesinin de devlet işleri ile iç içe olmasından ötürü vatanı için sürekli kaygılanmaya başlıyor. Daha 12 yaşında ilk şiirini yazmış. Bu şiiri denizciler için yazmıştı ve bir aile toplantısında bir bahriye nazırına okudu. Bahriye nazırı bu şiiri o kadar sevdi ki onun bahriye mektebine gitmesini istedi. Heybeliada Bahriye Mektebi’ne yazıldı. Ama aklı fikri şiirdeydi. Askeri disiplini yoktu ve karnesi zayıftı. İttirerek mezun oldu ve Hamidiye gemisine güverte stajyer subayı olarak atandı.
Okuldayken ilk şiirini Mehmet Nazım adıyla yayımlamıştır: “Hala Selvilerde Ağlıyorlar mı?” Stajyer olduğu yıl hastalandı. Önceden de aynı hastalığı geçirmişti, bir nevi akciğer iltihaplanmasıydı. 2 ay evde dinlendi. Ancak bu süre sonunda sağlığına kavuşamayınca sağlık kurulu raporu ile çürüğe çıkarıldı. Ancak yeni çıkan bilgilerle anlıyoruz ki; aşırıya kaçan hareketleri olduğu bahanesi ile orduyla ilişkisi kesilmişti. İşin aslı şöyle: Nazım bir arkadaşı ile 1921 Ocak ayında, 19 yaşında iken ailesinden habersiz milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya gitmiş. Bir süre cepheye girmeyi beklemiş ama giremeyince Bolu’da öğretmenlik yapmaya başlamış. Memleket karışık. Nazım, kayıtsız kalamamış ve kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışmış anlayacağınız. Ve bu durumlardan dolayı da ordudan atılıyor.
Hayatı karışmaya başlıyor bu yıllarda:
Aynı yılın Eylül ayında Batum’dan Moskova’ya geçip Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat eğitimi alıyor. Devrimin ilk yıllarına tanık olup komünizm ile tanışıyor. Önceleri şiirlerini klasik tarzda yazıyor, 1921 ve 1924 arasında Rus yazar arkadaşlar edinmesi ile beraber sonra kendi tarzının arayışına çıkıyor. Türkiye’de o senelerde Cumhuriyet ile tanışıyor. 1924’te Türkiye’ye dönüyor ve Aydınlık dergisinde yazmaya başlıyor. Şiirlerinde sıkça memleket sorunlarına yer veriyor. Şiir ve yazılarından dolayı 15 yıl hapsi isteniyor ve Sovyetler Birliği’ne geri dönüyor. 1928’de af kanunundan faydalanıp vatanına geri dönüyor ama gelir gelmez yine tutuklanıyor. Serbest kalınca bir dergide çalışmaya başlıyor ama maddi durumu hiç iyiye gitmiyor. Bir sürgün edilip bir af ediliyordu, sonra ise hapse atılıyordu. Yaşamı alt üst olmuştu.
Memleket karışıktı ve kendisi memleket sorunlara duyarsız kalamazdı. Tek silahı kalemdi ve yazdı. 1933 ve 1937 yılları arasında yeniden bir tutuklama kararı alındı. Bu tutukluluk sona erdikten sonra asıl darbe yaşanacaktı. 1938 yılında bir tuzak olduğu bilinen, ancak kanıtları yıllar sonra ortaya çıkan orduyu ve donanmayı isyana teşvik etme suçundan 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ulusal Kurtuluş Savaşı için Türk dilinde yazılmış en güzel destanı yazmış bir şair için gerçekten sarsıcı bir suçlamaydı.
Haksız yere yargılanıyordu ve Atatürk’e mektup yazıp yardım istedi. Ama aynı dönem Atatürk ölüm döşeğindeydi ve mektubu okuyamadan hayatını kaybetti. Nazım Hikmet içerde uzun yıllar kalacaktı… Tam 13 sene aralıksız farklı illerde hapis yattı. Yazıları 40 dile çevriliyordu ama 1938-1968 yılları arasında kendi dilinde yayımlanması yasaklandı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile çıkan af yasasında onun da dışarı çıkması için dışarıda aydınlar içerde Nazım Hikmet açlık grevine başladı. Sonunda geri kalan cezası affedilerek serbest bırakıldı.
Bu arada Nazım Hikmet’in hayatına birçok kadın girmiştir. Yani ona o aşk şiirlerini yazdıran çok hikayesi olmuştur. Bu bölümde mavi gözlü devin aşk hayatına şöyle bir bakmadan olmaz.
Nazım Hikmet’in ilk aşkı Nüzhet Hanım’dır. Nüzhet Hanım çok sakin bir kadındır. Huzurlu ve sessiz bir hayat yaşamak isterken Nazım, memleket için özgürlük savaşını devam ettirmek ister. O nedenle 1922’de evlendiği Nüzhet Hanım’dan 1924’te ayrılır.
Son aşkı olan Vera’ya bu aşkı şu dizelerle anlatır: “Benim için bir darbeydi bu, çekip gittim. Herkesin çok hoşlandığı ‘Mavi Gözlü Dev’ şiirini de o zaman yazdım.”
1930 yılında Nazım, kız kardeşinin arkadaşı Piraye ile tanışır. Piraye’nin kocası onu iki çocukla terk edip Paris’e gitmiştir. Aşkı Nazım’da bulur ve evlenirler. Nazım bu süreç zarfında siyasi nedenlerden tutuklanır ve Piraye yoksulluk içinde yaşamaya başlar. Yine de Nazım’a kör kütük aşıktır. Evli kaldığı 20 sene boyunca aşkına sadık kalır. Nazım şöyle anlatır Piraye’ye olan aşkını: “Senin adını saatimin kayışına tırnağımla kazıdım Piraye.”
Piraye’nin aksine, Nazım kıskanç bir adamdır. Hapishaneye gelen mektupların birinde, Piraye’nin başka bir adama aşık olduğu hissine kapılır ve cevap olarak laf dokundurucu bir mektup yazar. Daha sonra bu sorunun üstesinden gelirler ama Nazım, bu sefer de hapishaneye sürekli ziyarete gelen dayı kızı Münevver’e aşık olur. Evliliğini daha fazla sürdürmez ve ayrılır. Piraye yıkılır.
Münevver evlidir ama Nazım Hikmet’e olan hayranlığının aşka dönüşmesine engel olamaz. Öyle ki kocası bile Nazım’ı ziyarete gelmiş ve “Karım sizi sık sık ziyarete geliyor. Biz evliyiz ve kızımız var. Bu buhran geçicidir, aradan çıkın, evliliğimiz bozulmasın.” demiştir. Nazım ise, “Ben hapishanedeyim ve ziyaretime gelinmesi normaldir; ben kimseyi zorla getirmiyorum.” demiştir.
Bu süreçte pişmanlık başlar Nazım’ın kalbinde. Piraye’ye dönmek ister ama Piraye affetmez. Bu da Nazım’ı buhran döneminde iyice Münevver’e bağlar ve 1950 yılında serbest kaldığında evlenirler. Mehmet adında bir de oğulları olur. Bu dönemde, dizelerinde “ulaşıldıkça ulaşılmazım” dediği memleketinden ayrılmak zorunda kalır. Kalbinden hastayken, 46 yaşında, yasal olarak yükümlülüğü yokken askere çağrılır. Bu onun ölüm fermanıdır. Öldürüleceğini anlar. Bir gece ansızın iki buçuk aylık oğlunu, çiçeği burnunda anne olan karısını, milletini, vatanını terk edip 1951’de yeniden Moskova’ya kaçar. Yakalanıp öldürülme korkusu ile usulca vatanından kaçtığı Moskova’da büyük bir coşkuyla karşılanır.
Yine aynı ülkede yarım asrı devirmiş olmasının kutlamaları kocaman bir konser salonunda yapılır. 1951’de kendi ülkesinde vatan haini ilan edilip vatandaşlıktan çıkarılır. O da kabul eder vatan haini olduğunu.
Ancak Moskova, bıraktığı gibi değildir; bir türlü vatandaşlık alamaz. O da annesi tarafından dedesi olan Konstanty Borzęcki küçüğüne geçer. Polonya vatandaşı olur. Artık soyadı Borzęcki’dir. Moskova yakınlarındaki bir yazarlar köyünde kalır. Sonra da artık hayatının son aşkı olan “Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi” dediği Vera ile tanışır. Vera, bir tiyatro oyuncusudur ve Nazım’dan 30 yaş küçüktür. Bu, onlar için engel olmuyor ama bir sene sonra öğreniyor ki Vera da evlidir. Bu talihsizlik yeniden karşısındadır. Yine aşkı galip gelir ve Vera’yı bırakamaz. Vera, kocasından boşanır ve evlenirler.
“Senin adını saatimin kayışına tırnağımla kazıdım Piraye.” demişti ama sonradan ortaya çıkar ki Nazım’ın saatinde Vera yazmaktadır. Piraye’ye yazdım dediği şiirleri de aslında Vera’ya yazdığı söylentileri yayılmaktadır. Dedim ya, çok fazla aşk yaşıyor.
Neyse, aşk hayatına şöyle bir göz attığımıza göre kaldığımız yerden devam edelim:
Vera ile Moskova’ya tekrar taşınıyor. Bulgaristan, Macaristan, Küba, Fransa, Mısır gibi birçok yeri geziyor, konferanslar veriyor ama kalbi de hastadır. Hala ölümü düşünüyordur. Oğlu Mehmet’e son mektubunda:
“Mehmet, ben dilimden, türkülerimden, tuzumdan, ekmeğimden uzakta sana hasret, anana hasret, yoldaşlarıma, vatanıma hasret öleceğim ama sürgünde değil, gurbet ellerde değil… Öleceğim rüyalarımın memleketinde, beyaz şehrinde en güzel günlerimin.” diyordur.
Hayatındaki her şeyi yazıyordu Nazım. Cenaze merasimini bile önceden yazdı:
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem? Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan? Asansöre sığmaz tabut. Merdivenler de daracık.”
Tabi vasiyeti de vardı:
“Anadolu’da bir köy mezarına gömün beni ve de uyarına gelirse tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani…”
Ölümü:
3 Haziran 1963’te sabah 6.30’da gazetesini almak için ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına kadar yürür, yerdeki gazetesine uzanır, işte o an bunca hasrete ve bunca acıya dayanmış kalbi daha fazla dayanamaz. Olduğu yere yıkılır ve hayata gözlerini yumar. Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan büyük bir törenle son yolculuğuna uğurlanır. Vasiyetinde istediği gibi bir köy mezarlığına değil, Moskova’da kahramanlar mezarlığına gömülür. Öyle istediği gibi de bir çınar ağacı yoktur başucunda; meşhur şiiri “Rüzgara Karşı Yürüyen Adam”ın siyah granitten yapılan figürü vardır.
Memleketin rüzgarı Nazım’ı hep uzaklara sürmüştü. Bu rüzgar, ilk önce ölümünden bir yıl sonra biraz duruldu. Şiirleri ölümünden bir yıl sonra ülkesinde okunmaya başlandı ve yıllar sonra, 2009’da ona karşı esen rüzgar tamamen durdu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılan kişilerin yeniden değerlendirilmesi kapsamında yapılan oylamayla vatandaşlığının geri verilmesi kabul edildi. Nazım Hikmet, tam 58 yıl sonra yeniden hasretiyle öldüğü vatanının bir vatandaşı olmuştu.