“Paris’te bir sokak var;
bu sokakta bir ev var;
bu evde bir merdiven var;
bu merdivende bir yatak odası var;
bu odada bir masa var;
bu masanın üzerinde bir halı var;
bu halının üzerinde bir kafes var;
bu kafeste bir yuva var;
bu yuvada bir yumurta var;
bu yumurtanın içinde bir kuş var.
Kuş yumurtayı devirdi;
yumurta yuvayı devirdi;
yuva kafesi devirdi;
kafes halıyı devirdi;
halı masayı devirdi;
masa odayı devirdi;
oda merdiveni devirdi;
merdiven evi devirdi;
ev sokağı devirdi;
sokak Paris şehrini yerle bir etti.”
Paul Éluard’ın 1954’te yazmış olduğu bu devrimci ve anadiplosis (bir dizedeki son sözcüğün sonraki dizede ilk sözcük olarak kullanılması) tarzındaki şiir, kızımla birlikte Paris’e gidişimizde dünya ve Avrupa tarihinde meydana gelecek, bizim o anki yolculuk heyecanıyla henüz tahmin bile edemeyeceğimiz önemli gelişmelere oldukça denk düşen bir şiir oldu. 8 Aralıkta Suriye’de Beşar Esad rejimi düştü, elli küsur yıllık Esad hakimiyeti sona erdi. 7 Aralıkta ise beş yıl önce yangında büyük hasar görüp restore edilen 860 yıllık Paris Notre Dame Katedrali Fransa devlet başkanı Macron liderliğinde 40’a yakın devlet başkanı, çeşitli bürokratlar ve Salma Hayek, Elon Musk gibi kimi ünlülerin katılımıyla, Paris Başpiskoposunun asasını katedralin kapılarına vurup kutsamasıyla, dualar okumasıyla yeniden açıldı. Televizyondaki canlı yayının bir kısmını yemek yerken izledik. Macron, “burada bir simyacılık harikası yaratarak kömürlerden bir sanat eser yarattınız.” diyordu. Yağmurlu ve fırtınalı bir akşamüstüydü.
Paris sonsuzluğu çağrıştıran, uzadıkça uzayan caddeleriyle, sokaklarıyla, dünyanın dört köşesinden gelen turistlerin, flanörlerin/flanözlerin yerel halka katıldığı üçe beşe katlanan kozmopolit ve kendine özgü kalabalığıyla, gün ortasında kış mevsiminin de etkisiyle çatılarında, -duvarlarındaki sarmaşık ve yosun tasallutu renkler hariç, grilikten başka bir rengin büyümediği alelade, mütevazı bir şehir olarak karşıladı bizi. Fakat gün yorulup zarafetle yerini akşamın kuşatıcı karanlığına bırakmak istediğinde dalga dalga ışıklar, uyumaya hazırlanan şehri silkeleyip Eyfel Kulesinin on bin kiloluk, kıyısı köşesi paslanmış demir yığının arasına dalarak gökyüzüne ulaşıyor. Seine Nehri üzerindeki adının aksine en eski köprü olan Pont Neuf’te ve Pont de Bir Hakeim köprüsünde gecenin ihtişamında cirit atan hercai ışıklar suya dalıp dalıp onu şekillendiriyor. Champs-Elysées Bulvarı’nın girişinden sonundaki Jardin des Tuileries Dönme Dolabı’na kadar cadde boyunca iki yanda sağlı sollu ilerleyen, insana gece kavramını unutturan, dallarına dantel giydirilmiş gibi görünen sarı ışıklı ağaçları, önünde kuyruk oluşturulan, müşterilerin tek tek içeriye alındığı lüks mağazaların araç farlarını söndürdüğü pembe, mor, mavi, kırmızı ışıklı cephe süslemeleri, göz kamaştıran Noel ve yılbaşı ağaçları, sokak sanatçılarının gösterileri, tuhaf hareketlerle dans edenler, sıra beklenerek girilen isim yapmış kafe ve restoranların hengâmesi, sıcak şarapların genzi yaktığı, krep kokularının insanın üstüne sindiği Noel pazarlarının hediyelik eşya parıltıları, Paris’in büyülü ve nüfuz edici atmosferinin tasvirinden fazlasıdır ve onunla bütünleşen her şeyin ruhunun yansımasıdır. Paris zamanı unutmanın başkentidir aynı zamanda. Dün, bugün ve yarın iç içedir burada. Dünyaya yön veren sosyal, politik, edebi ne kadar olay varsa ya burada filizlenmiştir ya da tohumu burada atılmıştır. Devrimlerin, büyük sosyal olayların, edebi ve sanatsal ekollerin Greenwich’idir.
Victor Hugo, “gezmek insana, gezinmek Parisliye özgüdür.” der. Gezmekte bir yerden bir yere ulaşmak ve yeni bir yer görmek amacı varken, gezinmekte (flâner) özgürce ve aylak aylak dolaşmak fakat bu başıboşluğun içerisinde yaşadığın yeri deneyimlemenin, estetik ruhunu keşfetmenin hazzı vardır.
Kızımla bu ilk flanözlük deneyimimizin, tatlı maceramızın ilk durağı Eyfel Kulesi oldu. İkinci kata asansörle çıktık ve bu gri, güngörmüş kentin bize sonsuzluk vaat eden panaromasına bakarken irili ufaklı formlarda kat kat dalgalanan bulutlar ve rüzgarın hayalleri bize eşlik etti. Mavi, en güzel gökyüzünde açıyor her yerde olduğu gibi. Gustave Eiffel’in kavuşamadığı aşkı Adrienne’in A’sından hareketle çizildiği söylenen Eyfel’in biçimi romantize edilmiş bir aşk hikâyesinin esini midir bilmiyorum ama bir zamanların en cazibeli en şuh ve gözde kadını edasıyla şehrin kalbi olmayı başarmış bu kulenin iki yüz yaşına yaklaşmış olsa bile anılarının taze büyüsünü hissettiren çekici bir havası var. Özellikle de ışıklandırıldığı özel gecelerde. Eyfel Kulesi’nin en güzel manzaralarından birinin seyir keyfini sunan başka bir yer de Trocadéro’da bulunan İnsan Hakları Meydanı veya Trocadéro Meydanı. 1940’da Paris’i ziyaret eden Adolf Hitler’in bu meydandan çekilmiş bir fotoğrafı mevcut.
Pek çok sanatçının tükenmez ilham kaynağı olan Paris şehrini, tanınmış, halka mal olmuş şairlerin, yazarların izini sürerek gezmek daha eğlenceli ve bilgilendirici olacaktır hiç kuşkusuz. Seine Nehri’nin sol yakasındaki, adını Roma mitolojisindeki bahar ve çiçek tanrıçası Flora’dan alan Café de Flore’u şair Guillame Apollinaire, 1913 yılında satın alıyor ve belirli zamanlarda Andre Breton ve Louis Aragon’la kafe terasında derin kültürel tartışmalar yapıyorlar. Sürrealist kelimesi burada icat ediliyor. 30’lu yıllarda kafe, Parisli edebiyatçıların, ressam ve heykeltıraşların, sinemacıların uğrak yeri oluyor. Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir burayı neredeyse ofis hâline getirecek kadar sık geliyorlar. Sartre, “Tamamen oraya yerleştik, sabahın dokuzundan öğlene kadar orada çalışıyorduk, öğle yemeğini yiyip saat ikide geri dönüyorduk ve buluştuğumuz arkadaşlarla saat sekize kadar sohbet ediyorduk. Akşam yemeğinden sonra, randevulaştığımız kişileri kabul ediyorduk. Bu size tuhaf gelebilir ama Flore’da kendi evimizdeydik.” diyor. Cafe de Flore’un hemen yanındaki Les Deux Magot, daha önce ipek iç çamaşırları satan küçük bir mağaza iken 1885 yılında ismini koruyarak bir içki kafesine dönüştürülüyor. Verlaine, Rimbaud ve Mallarme, daha sonraları Elsa Triolet, Andre Gide, Picasso, Hemingway gibi pek çok yazarın, şairin, ressamın buluştuğu, Fransız entelektüel hayatına güzel katkıların sağlandığı bir yer oluyor. Edindiğimiz bu bilgilerle Saint-Germain-des-Prés mahallesindeki Cafe de Flore’da küçük bir mola veriyoruz; krem brüle eşliğinde kahvemizi yudumlarken, tarihsel figürlerin gölgelerini, ruhlarını hissetmemek mümkün değildi. Kışın ilk soğuğuna Alfred Musset gibi hiç bayılmasam da şimdi şehri gezinme, aylaklık etme vaktiydi. Ben de Musset gibi, kötü hava koşullarına rağmen bu gri havayı, gelip geçenleri, Louvre’un cam tavanını, binlerce fenerinin altında egemence yatan Seine Nehri’ni sevdim; rüzgârın çığlığını, basamaklarının sayısını iki günde ezberlediğim metro tünellerinin labirentimsi yapısını, konser ve tiyatro afişlerini, beklemenin serinliğini, tünelin hep aynı dönemecine konumlanan hırpani giyimli müzisyenin hafif ritimli şarkılarını, yeni gösterime girmiş Balkon Kadınları filminin kırmızı ağırlıklı afişini; Rimbaud’nun, Baudelaire’in, Hugo’nun edebi gözleriyle şehri yeniden görmeyi denemeyi sevdim. Yerin üstündeki şatafata, bulvar ve pasajların hızla akıp giden kanlı canlılığına, renk ve ışık gösterilerine tam bir tezat teşkil eden, ölümün gölgesindeki yaşamın kirli ve içi dışına çıkmış şiltelerinde, oraya buraya hallaç pamuğu gibi savrulmuş devşirme kıyafetler ve yarısı yenilmiş yiyecekler arasında can sürdüren ağzı yüzü soğuktan veya yoksulluktan rengi atmışların farelerle yoldaş olmasını, metrobüslerde sırayla birkaç dilde “dikkat dikkat, yanınızda yankesici oturuyor olabilir.” anonsunu, yürüyen merdivenlerdeki öne geçme aceleciliğini, çoğunluğu siyahi gençlerden oluşan işportacıların hayalet gibi turistlerin karşısına dikilip, ışıklı Eyfel Kulesi anahtarlığı veya biblosu, Bask beresi, hatta şişe su satmaya çalışmalarını sevmedim.
Zafer Takı’nın önünden geçerken aklıma Victor Hugo’nun takla ilgili şiirini anımsadım. “…Ey şehir, tarihe diz çöktüreceksin. Kanamak senin güzelliğin, ölmek senin zaferin. Ama hayır, ölmezsin.”
İsaac de Benserad’ın şiirinde dediği gibi, biz de orada güldük, eğlendik. Orada doğmasak da, yaşam standartları arasındaki keskin farkın gerginliğine rağmen şehrin “ çeşitliliğiyle her şeyi eğlendirdiğine, her şeyin hoşa gittiğine” şahit olduk, “kargaşasının ve hatta çamurunun bile.” Kargaşayı bir ölçüde kabullenmiş olsak da Allah’tan gezintimizin önünü kesen yağmur çamur yoktu o gün.
İlk günün yorucu hareketliliğinin ardından Paris’in batısında yer alan Esplanade De La Défense’da bulunan ve Seine Nehri’ne iş kuleleri arasından göz kırpan sekizinci kattaki otel odamıza yolları değil ayaklarımızı aşındırmış bir hâlde dönüyoruz. Vakit geç oldu. “… yeni bir madalyon gibi yayıldı dolunay/ ve gecenin heybeti bir nehir gibi aktı Paris’in üzerinden.” diyen Baudelaire’i anarak uykuya dalıyorum.
Kutluyorum muhteşem bir yazı daha. Bu kalemi okumak ayrı bir keyf. Dolu dolu ve akıcı bir yazı. Kaleminiz bitimsiz olsun…