Berrak su coşkuyla koşuyor varacağı yere, yüzlerini yumuşattığı taşların üzerinden yuvarlanıp gidiyor. Aktıkça sanki çoğalıyor. Arkasından getirdiği hafif serin esinti, insanların yüzlerini yalayıp gidiyor. Açıp gittiği yolunun kenarındaki otlara ve ağaçlara hayat veriyor. Daha çok da salkım söğütlere; birbirlerine ne kadar güzel yakışıyorlar. Söğüt dalları, okşayarak vedalaşıyor nerelere gittiğini bilemediği suyla.
Şehrin üzücü ve ağır hayatından bıkıp usanmışlardı insanlar. Bu yetmiyormuş gibi bir de dayanılmaz sıcağın baskısından kurtulmak için kaçıp gelmişlerdi söğütün gölgesine. Birbirlerini tanımıyorlardı. Burası sakin, kuytu bir yerdi. Bu insanların hepsi de sıradan özelliklere sahipti. Onları buraya getiren ortak özellikleri birbirlerine benzemeleriydi.
Mevlana’nın Mesnevi’sinden okuduğunu bir bilge şöyle anlatıyor: “Kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı kuşun nasıl olur da kendi aileleriyle ve ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini? Nasıl olur da bir yabancıyı kardeşlerinden değerli gördüklerini, tercih ettiklerini bir zaman anlayamaz. Biri leylek, biri de karga; her bakımdan birbirlerine zıt kuşlar. Birbirleriyle arkadaş olmadıkları halde birbirlerini nasıl sevdiklerini anlayamaz. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki birlikte kaçarlar. O zaman anlar ki sahip oldukları değil, sahip olamadıklarıdır kimilerini birbirine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerini bulur bulmasına da nereye kaçabilirler, ne kadar uzağa uçabilirler? Bir yerlere gidebilirler sadece benzerlerinden uzak kalmak kaydıyla.”
Söğütün gölgesine sarılmış olan insanları da bir araya getiren acaba hangi özellikleriydi? Onlar nezaketli, hoşgörülü, affedici, kendileri gibi olan insanlardı. Zengin değillerdi ancak gönülleri zengindi. Eli açık insanlardı. Sofrası açık insanlardı. Bazı hayatların değersiz olduğunu asla kabul etmeyen insanlardı. Hatta bu düşüncenin bütün kötülüklerin kaynağı olduğunu bilen insanlardı.
Birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı. Ne var ki bakışları, bakışlarındaki anlamları gözlerinden okunuyordu. Gülümsemeleri, tebessümleri hiç eksik olmuyordu. Yüzlerinin gerginliği hiç görülmezdi. Oturdukları yerden hiç kalkmadan birbirlerini kucaklıyorlardı. Sosyal hayatları en benzer yanlarıydı. Hepsi de emeğiyle geçiniyorlardı. Sakindiler, naiftiler, yardımlaşmayı seviyorlardı. Gelenekçi insanlardı. Çocukları da birbirlerine benziyordu. Hiç konuşmadan akşama kadar sohbet ettiler. Su akıp gidiyordu. Sıcak biraz azalmıştı. Ayrılma vakti gelmişti. Gözleriyle selamlaşıp ayrıldılar.
Ankara’da yaşayan bir ailenin okula giden çocukları, yarı yıl karnesini almıştı. Karnede altı zayıf vardı. Bu haliyle eve gidemezdi. Okuduğu “Balıkçı ve Oğlu” romanından çok etkilenmişti. Öyle bir hayatı yaşamayı çok arzuluyordu. Karnedeki zayıfları bahane ederek hayalini gerçekleştirmek üzere yol kenarına durdu ve İstanbul’a giden otobüse bindi. Yolculuğu sırasında nasıl bir yerde inmesi gerektiğini anlattı. Gebze’de gece yarısı otobüsten indi. Kahvede duran insanlara “Ben bir balıkçının yanında çalışmak istiyorum” deyince oradaki bir genç onu yaşlı bir balıkçının barınağına götürdü. Artık hayalinin gerçekleşmesiyle mutluydu. Günler geçip giderken evine dönme vaktinin geldiğini altı ay sonra anlamıştı.
Akşam vaktiydi, kapıyı çaldı. Kardeşi karşıladı onu. Baba yemek masasındaydı. Oğluna şöyle bir bakmakla yetindi. Sadece mutfakta yemek hazırlığı yapan anneye seslendi: “Bir tabak daha getirir misin?” Aylar sonra aile tamamlandı. Dört kişi yemekte buluştular. Yemek sırasında hiçbir şey konuşulmadı. Yıllar sonra durumu şöyle anlatmıştı kahramanımız: “Hayatımda hiçbir şey konuşulmadan çok şeyin konuşulduğunu anlamıştım o akşam yemeği sırasında.” Hayatımı değiştiren konuşmalar orada olmuştu. Bu kahramanımız şu anda Türkiye’nin en büyük yazarlarından ve sanatçılarından biri olarak hayatını sürdürmektedir.