Öfkeliydi. Gözleri, alev alev yanıp tutuşan bir camdandı. Cam her an patlayabilir, yanında yöresinde ne varsa, kim varsa parçalarına karıştırıp yok edebilirdi. Sakin olmalıydı ama nasıl? O öfkesini dizginleme konusunda usta bir insan olmasına rağmen şimdi öylesine zorlanıyordu ki, bunca zamandır içselinde biriktirip dışarıya taşırmamaya gayret gösterdiği lavları ha püskürdü ha püskürecekti. Sakin kalmaya yeminli bir dağ eşkıyasıydı sanki. Bir an öyle hissetti. Ne kadar “Kimseyi incitmeyeceğim” diye nidalar atmış olsa da içinde, doğasında vardı eşkıyalık, adam soyma, sürüleri budama, yaban domuzu misali tarlalara dadanma illetleri… Has eşkıya sayılmazdı, dağlara çıkmıyordu bir kere. Amma dağ eşkıyalarıyla çok benzerlikleri vardı. Dağ eşkıyası eline tüfeği alıp yollara adam soymaya indi mi bir tek Allah kulu kaçmazdı gözünden. Rehin aldığı adam kaçmaya kalkışırsa, diretirse de kabzayı alnının ortasına yerdi. Onun öyle pek elle tutulur gözle görülür, içine mermiyi atınca çalışan bir tüfeği yoktu aslında. Ancak düşünüyordu da, öfkesi neydi o zaman? İşte, birine zarar vermek için tetiklenmesi gereken, ateş edebilen, kırıp dökebilen öfkesi de belli başlı bir tüfek değildi de neydi? “Dağ eşkıyasıyım ben,” diye düşündü. Parmağını çatılmış olan kaşlarına götürdü ve ardından da, “Aha, bu da tüfeğim.” dedi. Nedenini anlayamamış olsa da içine bir şevk, bir heyecan düştü. Ne vakittir böylesine heyecanlanmamış, kendi kendini gözlerinde böylesine büyütmemişti. Unuttuğu, gözden kaçırdığı bir şey vardı ki gururuna yedirip de, “Amma dağ eşkıyaları bile gerekmedikçe ateşlemiyor tüfeği, ancak tehdit altında hissederlerse basıyorlar tetiğe. Öfke hâli de böyle bir şey olsa gerek.” diyemedi.
O gün durdu ve bütün bu düşüncelerin zihninden tek tek geçişini seyretti. Dağ eşkıyasıyım ben, diye düşünürken göğsü kabarıyor, ister istemez bir anlığına da olsa bambaşka birine dönüşüyordu. Tabii ya, kimse eşkıyaların karşısına çıkmaya cesaret edemiyordu. Dağların ağaları da paşaları da onlardı. İstediğinden istediği kadar para alıyor, azıklarını milletin bahçesinden aşırıyorlardı. Bütün bunlar herkes tarafından bilinmesine rağmen kimse korkudan ağzını açıp da, “Bu böyle olmaz!” diyemiyordu. O an sandı ki dağ eşkıyası olmalıydı artık. Hem, bunca zaman öfkesini içinde tutmuştu da ne olmuştu? Ancak içten içe kendini kemirip bitirmişti. Ya, ya, karar verdi işte, bundan böyle kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği bir eşkıya olacaktı. Öfke tüfeğini ateşlemesi gerektiği vakitleri bilmiyordu, esasında o anın heyecanıyla düşünmeyi akıl edemedi. Zamanla öğrenecekti. Ancak bilmediği bir şey vardı ki, aldığı bu karar, onu eskisinden de kötü bir ruh haline sokacak, illet bir adam olup çıkmasına neden olacaktı. Evvelsinde yalnızca kendine zarar veren içine kapanık bir adamken, bundan böyle etkileşime girdiği bütün varlıklara zarar verecek, sert bir hortum gibi, önüne çıkanı fırtınasına çekip yok edecekti. Peki ya hangisi doğru tercihti?