Annelerimizin o güvenli sığınağından çıkıp dünyaya geldiğimizde hayat yolculuğu görünmez çizgileriyle uzanır gider önümüzde. Nasıl bir ailenin içine doğduğumuz, milliyetimiz, toplumun siyasi ve kültürel yapısı, coğrafyası, inanışları, insanların oturup kalkma biçimlerinden tutun konuşma şekline kadar elimizde olmadan kader çizgimizde yer alan etkenlerin bütünü bu yolun temelini; ilk adımlarımızı atmaya başlamamız, ilk kurduğumuz cümle, karşılaştığımız ilk problem durumunu çözmek için bulduğumuz yöntem de bu yolun taşlarının başlangıcını oluşturur.
Tıpkı hayat gibi okumak da bir yolculuktur insan için. Kişinin severek okuduğu ilk kitapla birlikte okuma yolculuğu da başlar çünkü bir kitabı severek okudu mu insan devamını da bir şekilde getirir, o iyi kitabı başka iyi kitaplar mutlaka takip edecektir. Her okuduğu kitap, tıpkı kader yolunda olduğu gibi kişinin benliğinin inşası yolunda da yeni bir taş döşemek olmakla birlikte okuma yolculuğunu renklendiren, ona yepyeni bir ahenk katan unsurdur. (Yalnız arada şöyle önemli bir fark vardır ki; kader yolculuğunda değiştirmenin elimizde olmadığı, maruz kaldığımız birçok etken yer alırken, okuma yolculuğumuzda bu tam tersidir; bu yolda ilerlememizi sağlayan, bu yolun kalitesini, niteliğini, uzunluğunu ve bize verdiği hazzı etkileyen bütün etkenler bizim bilinçli tercihlerimizle oluşur. Yani okumayı seçtiğimiz kitaplarla okuma yolculuğumuzu büyük oranda kendi irademizle şekillendirmiş oluruz. Ne kadar çeşitli tür ve tarzda, ne kadar farklı zorluk seviyelerinde, – edebi doyuruculuğunu da göz önünde bulundurarak – kitaplara yer verirsek okuma seçkilerimizde, o kadar ahenkli bir yapıya bürünür ruhumuz…)
Yolculuk kavramının; deneyimlerimizden, yaşantılarımızın önce duyu organlarımızdan süzülerek, sonra kişisel bakış açımız, önyargılarımız, ananelerimiz, içine doğup yetiştiğimiz kültürün bizdeki yansımalarının etkileri sonucunda usumuzda, benliğimizde bıraktığı geçici veya kalıcı izler olduğu varsayımından yola çıkarak okuduklarımızın da bizde mutlaka bir iz bıraktığını söylemek mümkündür. Her okuduğumuz kitap öyle veya böyle bizde bir etki bırakmadan öylece geçip gitmez hafızamızdan. Sevgili Doğan Cüceloğlu’nun da dediği gibi; ‘‘Bir sürü kitap okuyoruz ama okuduklarımızın hepsi aklımızda kalmıyor, o halde niye okuyoruz? Çünkü bir kitap, bir roman, bir şiir okuduktan sonra okuduklarımız aklımızda kalmasa bile asla aynı insan olmayız.’’
Okuduklarımızı sonradan unutsak bile içlerindeki birkaç fikir ve düşünce kırıntısı, ruhumuzu okşayan, aklımızı gıdıklayan birkaç kelime veya cümlecik serpintisi tıpkı yiyip içtiklerimizin hücrelerimize vitamin ve mineraller olarak dağılması gibi zihnimizin kuytu köşelerine nüfuz etmesiyle bizi değiştirir, eski biz olmaktan çıkarıp bambaşka bir hale büründürür. Bu noktadan sonra artık hayata bakışı, duruşu değişmiş, daha olgun ve üst bir bakış açısıyla olayları değerlendirebilen, iç huzurunu yakalamış, sıradan bir kişilik değil de birey olabilme şansına erişmiş, benliğini daha yüce vasıflarla donatmış kişilikler haline geliriz. ‘‘Dönüşeceğimiz hali belirleyebilmek’’ elimizde sihirli bir değnek gibi bütün azametiyle, bütün gücü ve heybetiyle duran öyle bir güç ki, işte bu gücün farkındalığına ulaştığımız anda – şimşek çakmışçasına bir aydınlanma yaşamamızın ardından – yapacağımız her bir sonraki okumayı da buna göre belirlersek düşünsenize, kim bilir ne yüksek bir ruh mertebesine yükselme şansına erişme ihtimalimiz olurdu…
Bu durumda şunu iddia edersek hiç de abartılı sayılmaz, hatta doğru ve yerinde bir tespit olduğunu bile düşünebilir/iddia edebiliriz; her birey aslında kendi kendini oluşturan kendi ‘‘kişisel mühendisi’’ dir. Bir önceki yazımıza da – Personanın Baskısına Karşı Direne Özgür Benlik – atıfta bulunabiliriz şu noktada, işte insan sade hayatın başına getirdikleriyle değil, okumanın sonsuz zevkine dalarak da benliğini yoğurup biçimlendirebilir, hatta bazen sadece yoğurmak da yetmez, kimi zaman kırıp dökerek, hatta gerekirse kendini baştan yıkıp yeniden inşa ederek adeta bir heykel tıraş işçiliğindeki titizliğiyle çalışmalıdır.
Okuduklarımızın ruhumuzda oluşturduğu dalgalanmalar, içimizde kopardığı fırtınalar ve bunların geride bıraktığı yepyeni yapılar bizim yeni benliğimizi ortaya koyan bir takım unsurları oluşturur aynı zamanda. Mademki kişi kendini oluşturan ve kendi kendisinin mühendisidir, bir düşünsenize, bu gerçek karşısında okunacak kitapların seçiminin önemi kat be kat artmaz mı? Kalite, içerik, verdiği mesaj, bize ve hayatımıza kattığı anlam bakımından bizde meydana getirme ihtimali olan değişimleri tasavvur -elimizden geldiğince- edebildiğimiz kadar etmek ve bunun ışığında bizi bir üst basamağa taşıyacak metinleri seçmek ve bunun gibi uğraşlar edinmek değil midir yapmamız gereken aslında? Bu işi önemseyerek ve özümseyerek, sürekli bir sıklıkla hayatımıza yedirerek yaparsak ve bu artık bizim için bir yaşam biçimi haline gelirse ve okuduğumuz bu onlarca, yüzlerce kitabın bizi ulaştıracağı ruhi olgunluk seviyesini düşünerek bir karşılaştırma yaparsak, şüphesiz kitapların büyülü dünyasına dalmadan önceki acemi halimizle arada dağlar kadar fark olacaktır.
Bu noktadan sonra deli fırtınalara göğüs germiş, sayısız kez yıkımlar yaşamış ve bunca felaketten sonra uslanmış ve artık dinginliğe ulaşmış – yaşamsal ve kişisel deneyimlerin okuma deneyimine etkisi kastediliyor – sakin sularla kaplı kıyılarımıza vuran her bir bilgi, cümle ve kelime kırıntısını büyük bir olgunlukla karşılayıp dağarcığımızın her bir zerresine nüfuz etmesini ve onların zihnimizin orasına burasına iliştirdiğimiz yeni süslemeleri, karanlığın içinde parlayan yeni yıldız kümeleri olmasını sağlarsak, böyle böyle küçük adımlarla aslında kendimizde ayani veya gizil olarak gerçekleşen fakat sonuç olarak devasa boyutta ve hayati bir değişim elde etmiş olmaz mıyız? Bu ne kadar heyecan verici öyle değil mi tahayyül ettiğimizde? Hayal etmesi bile muhteşem.
O halde kendimizi inşa yolunda hiç durmamacasına, pes etmemecesine çalışmaya, bilgeliğin ışığında ebediyete kadar koşmaya var mısınız? Okuyarak, yazarak, resim, heykel vb. sanatlarla uğraşarak, kendimizi hangi alanlarda var hissediyorsak o alanlarda verimli olmaya çabalayarak kendi küçük yaşamlarımızda kişisel devrimimizin ışığını yakmaya var mısınız?
Hadi gelin, gelin ve katılın kervanımıza. Hep beraber el ele verelim de aydınlığın yolunu tutalım; kap kara cehaletin uyuşuk, pis ve bulanık sularından, üstümüze zift gibi yapışan ağırlığından kurtulalım. Bizi bir adım ileri götürmeyen, yaşantımızı anlamsız hale getiren, ruhumuzu karanlığında boğan bomboş alışkanlıklarımızdan arınalım. Ömrümüzün ne kadar süreceğini bilmesek de en azından bulunduğumuz noktadan sonrasına anlam katabilmek adına – resim, şiir, heykel veya sizin için anlamlı olan her neyse – var gücümüzle çalışalım. Yaşımız, konumumuz ne olursa olsun, ister torun torbaya karışmış, yaşı geçkin nineler dedeler olalım, ister okumayı geç öğrenmiş, okuma yolunda yeni yeni emekleyen taze okurlar olalım, gelin yine de bir başlangıç yapalım. Hiç değilse kendimize saygımızdan bunu yapalım ki sağlıklı, düşünen, sorgulayan bir toplum haline gelelim.
Kurtuluş bileti hepimizin cebinde bir yerlerde duruyor aslında fakat nedense hep ‘‘kurtarılmayı’’ bekliyoruz. Kurtarıcımız kendimiz olalım. Yeter ki bunu fark edip “zararın neresinden dönersek kardır” mantığıyla hareket edip kalan ömrümüzde en azından kendimiz için ve dolayısıyla yetiştireceğimiz nesiller için anlamlarla dolu yepyeni bir ışık yakalım, hatta yeri geldiğinde de ışığın kendisi olmaktan çekinmeyelim. Bu gönülden bir dost çağrısıdır. Var mısınız?
Bir eğitimci olarak ve bu kimliğime sığınarak, son söz niyetiyle sizlere şunları da söylemek isterim; kendinizi yetiştirme adına kimseye bel bağlamayın, kimsenin aklına veya vicdanına sonsuzca güvenip riske atmayın yaşamınızı. Uyanık olun, kütüphaneleri, kitapçıları talan edin, tıpkı hazine avcıları gibi bütün alıcılarınızı açarak iyi kitaplar aramaya ve onları su gibi içerek okumaya bakın. Onları sadece okumakla kalmayıp benliğinize, yaşam biçiminize, bakış açınıza yedirmeye, yani kısacası okuduklarınızı yaşatmaya çalışın. Başka hiçbir şeyin ve hiçbir kurumun size bu denli katkısı olmayacak. Sosyal medyanın, popüler kültürün tek düzeleştirdiği ve tıpkı fabrika üretimi ürünler gibi bir örnek düşünmeye programlanmış, uyuşturulmuş zihinleri yeni ve çarpıcı kitaplarla dürtün, gıdıklayın veya gerekirse tokatlayın, kırıp, paramparça edip hatta ve hatta alaşağı etmekten de çekinmeyin, ta ki sonunda yepyeni ve eskisinden en azından bir adım daha önde olan yeni benliğinize ulaşana kadar. Asla ama asla onu, yani zihninizi yalnız ve başıboş bırakmayın, ki aksini yapmak bizi ancak ve ancak yaşanması kaçınılmaz, sonuçları çok ağır olacak büyük felaketlere ve ardından da toplumsal çöküşe götürecektir. Bu da şüphesiz ki bir toplumun ödeyeceği ve geri dönüşü neredeyse mümkün olmayan çok ağır bir bedeldir.
Eğer bir üçüncü dünya ülkesi olmak istemiyorsak, tek düze düşünen, hatta düşünemeyen, görünmez zihinsel zincirlerle sarmalanıp “düşünsel köleler” haline gelmek istemiyorsak, bunu ailesini, vatanını ve yurttaşlarını gerçekten seven ve hedefi uygarlık yolunda ilerlemek olan bireyler olarak daha aydınlık bir gelecek inşa etme yolunda üstümüze aldığımız büyük bir sorumluluk şeklinde addetmeli ve elimizi taşın altına koymak gibi kişisel anlamda küçük bir adım gibi gözükse de meydana getireceği etki anlamında koskoca bir devrimin küçücük bir kıvılcımı olmaya aday çabamızla o ilk adimi atmalıyız.
Şüphesiz ki bu hiç kolay olmayan, büyük emek, sabır ve dirayet isteyen, oldukça meşakkatli bir yol ve hiç bitmeyecek bir süreç. Fakat sonucunda okumanın ışığında elde edeceğimiz büyük uygarlık hazinesini de düşünürsek kesinlikle yaptıklarımıza değecek, anlamlı ve yüce bir uğraş vereceğimiz de mühim bir gerçektir. Bu uğraşı verme gücü içimizde bir yerlerde yanmaya hazır olan bir meşaledir, yeter ki biz onu saklı olduğu yerden çıkarıp bilgelik yolunda ilerlemek üzere yakmayı bilelim.
Bilgelik yolunun çilesini – hiçbir güzellik çabasız ayağımıza kadar gelmez, hiçbir başarı bize gümüş tepside sunulmaz, ona ulaşmak için belli bir bedel ödemek gerekir – hayat yolunun çilesine yeğ tutmalıyız ki ruhsal huzura, toplumsal refaha erişebilelim. Bu aşamaya ulaşırsak şunu da fark edeceğiz ki; yaşamın getirdiği zorluklara bile artık daha olgun ve objektif bir noktadan bakıp onları göğsümüzde yumuşatarak, iç huzurunu yakalamış ve bunu da bilgeliğe ulaşarak kazanmış bireylerden oluşan bir toplum olarak onları daha rahat egale edebilme gücüne erişmişiz. İşte bakın, kendimize bir idealar dünyası oluşturmuş olduk. Ama olmayacak bir şey değil. Ortak çabayla elde edilebilecek, saf bilgelik ve huzurla dolu bir dünya!
Şimdi elinizi taşın altına koymaya, ben de bu yolda karınca misali bir damla olsun katkıda bulunmaya hazırım, demeye var mısınız?
Yaşamını bu yolda oluşturmaya çalışan bir eğitimci olarak; Ben varım!