Her sabah uyandığımda hayata karışmak için özel bir çaba sarf ediyorum. (Ingmar Bergman)
Serin ve yağmurlu bir gündü. Göğü baştanbaşa saran bulutlar ufuk çizgisini grinin bütün tonlarıyla bezerken öbür yandan mavilik güçlükle de olsa görünmek istiyor, bazen de bunu başarıyordu. Bu haliyle az sonra yeniden açık ve parlak bir gökyüzüne kavuşulacağının müjdecisi gibiydi. Nilüfer, sabah erkenden yağmurluğuna sımsıkı sarınıp yola çıkmıştı, buna rağmen rüzgârla beraber çarpan damlacıklar yüzüne iğne gibi batıyordu. Yürümek için pek uygun bir hava değildi fakat işe veya okula gitmek zorunluluğu yağmur, çamur, kar dinlemiyordu. Yanına şemsiye almadığına hayıflanarak durağa doğru yürümeye başladı. Henüz yolun yarısını dahi kat edememiş olmasına rağmen yağmurluğunun içine sızan ıslaklığı hissetti ve bunun üzerine evden çıkarken ki pişmanlığı bir kat daha arttı. Karadeniz havasıydı bu sonuçta yağmur bu aylarda yağardı elbet, fakat elinde bir şey taşımayı pek sevmediğinden şemsiye almak da zor gelir, yine de böyle sağanağa yakalandığında pişmanlık duymadan edemezdi. Islanmak üşüme hissini arttırmıştı, bir an önce servise binebilmek için dualar ediyordu. Personel servisinin gelmesine az bir zaman kala durağın biraz üstündeki fırına uğradı. Tezgâhta sergilenen çeşit çeşit poğaçaların, böreklerin dumanı üstündeydi. En sevdiği dereotlu-peynirli olanı paketlettirdikten sonra hızlıca kapının buz gibi koluna davrandı, fırının sıcacık havasını bırakıp dışarı çıkmak ne de zor geliyordu. Şu köşecikte küçük bir masa sandalye olsaydı da bir yere yetişme kaygısı olmadan şu güzelim yağmuru izleyebilseydi, kendiyle kalıp sakince geçen birkaç dakikanın tadını çıkarabilseydi, ah…
Durağa geldiğinde kendisi gibi ya dolmuşu ya da binecekleri personel servisini beklemekte olan ikişer üçer kişilik grupların aynı şemsiyelerin altında toplaşmış olduklarını gördü. Soğuk havaya aldırmaksızın incecik kıyafetlerle duran gençler ise üşüdüklerini belli etmekten imtina edercesine bir kayıtsızlıkla işçi grubunun arasında gelip geçmekte olan taşıtları merak içinde gözlemekteydiler. Tekstil fabrikası grubu hala beklediğine göre geç kalmadım, diye düşündü Nilüfer, kaldırımın arka taraflarındaki daha korunaklı bir yerde yolu gözlemeye başladı diğerleri gibi. Sel suları basan yolda hızla geçen araçlar yolcuların üstüne su sıçratmaktan çekinmiyorlar, hemen ardından daha işe gitmeden üstü başı çamurlu suya bulananlar ise içten bir isyan çığlığı basıveriyorlardı. Az sonra belediye otobüsü geldi, arka kapısından içeri doluşan üç beş kadın sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen bir iştahla konuşa konuşa yerlerine kuruldular. Ardından gelen tekstil ve fındık fabrikasının servisleri de duraktakileri toplayıp götürdükten sonra nihayet Nilüfer de beklediğine kavuşmuştu. Islaklık hissinden kurtulacak, sıcak ve kuru bir yerde biraz olsun ısınabilecekti. Hemen en önde oturan kel kafalı uzun boylu adam yola odaklanmış kafasını hiç çevirmemiş, üç koltuk arkasında oturan sarıya boyalı saçları, şişman vücuduyla evde kalmış kız kurusunu andıran Maide Hoca çoğunlukla yaptığı gibi yüzüne bakmış havada asılı kalan ‘‘günaydın’’ ını sahiplenmeye bile yeltenmemişti. Arka tarafa gitmek istemedi ve nedense onun hemen arkasındaki koltuğa oturdu. İlk iş kablosuz kulaklıklarını çıkarmaya çalıştı. Yağmurlu havalarda hele de yolculuk yapıyorsa – gerçi yağmurlu olsun olmasın her an için geçerliydi bu – en sevdiği şey müzik dinlemekti. Onu boğan duygulardan, kaçmaya çalıştığı gerçekliklerden sığınabileceği nadir uğraşlardan biriydi, onun nezdinde adeta kurtarılmış bölge gibiydi. Soğuktan uyuşmuş parmaklarının beceriksizliği tutmuş kazara birini aşağıya, hem de tam da önde oturan kız kurusunun ayaklarının dibine düşürmüştü. Az önceki sessiz bakışmayı mecburen yok sayıp: ‘‘Hocam pardon, ayaklarınızın altına kulaklığım düştü de verebilir misiniz size zahmet?’’ dedi, kadın: ‘‘Neler oluyor?’’ dercesine şöyle bir arkasına dönüp bir müddet düşündükten sonra: ‘‘Ben çıkayım kendiniz alın, anlaşılan siz rahat durmayacaksınız.’’ Bu laf üzerine şaşkınlığa uğradı, ne diyeceğini bilemeyerek ön tarafa geçip kulaklığı alıp tekrar yerine oturdu. Bu arada iki koltuk öne, kel kafalı adamın arkasına geçmişti, sanki bulaşıcı bir hastalıktan kaçarmışçasına ona ulaşamayacağından emin olmak istiyordu. Bu tavrına anlam veremeyerek taktı kulaklığı ve telefonunun müzik uygulamasından sevdiği bir parçayı dinlemeye başladı. Sabahları genellikle duygusal ve ağır müzikler dinleyemezdi, günün başından morali bozulsun istemiyordu, sabaha nasıl başlarsa bütün günü öyle devam ediyordu çünkü. Sabahtan beri zihninde dönüp duran şu parçayı özgürlüğüne kavuşturmak için sabırsızlıkla dokundu ekrana. Nothing Else Maters’ın ilk melodileri kulağına dolarken duyguları da bir yandan yükselmeye başlamıştı. ‘‘Şu Metallica ne grup ama!’’ düşüncesi geçerken aklından bir an için kız kurusunun az önceki davranışına takıldı. Nedeniyle ilgili zerre fikri yoktu. Aralarında en ufak bir şey geçmemesine rağmen bu sebepsiz tavır da neyin nesiydi?
Yanlış hatırlamıyorsa iki yıl evvel gelmişti Maide Hoca ilk kez üst kattaki okula. Seminer haftasında onunla aynı dönemde gelen matematik öğretmeni Yelda Hoca, alt kattaki okuldan Edebiyatçı Nefise Hoca, İngilizceci Gülay Hoca ve Nilüfer okulun bahçesindeki yeşillerin içine gizlenmiş gibi duran çardakta oturup samimi bir sohbete dalmışlardı. O zamanlardan hatırlıyordu da ne hoş sohbet, güler yüzlü birine benziyordu. Açlığa dayanamayan bünyesini yatıştırmak için tombul yanaklarına doldurduğu iri lokmaları iştahla çiğnerken bir yandan edilmekte olan sohbete katılmaya çabalıyordu. İçi ısınmıştı nedense o halini gördüğünde, o günden sonra da aynı samimiyetle davranmaya devam etmişti. Fakat sonradan ne olduysa aradan geçen süre içinde Maide Hoca onu görse de görmezlikten gelmeye, sabah ‘günaydın’ ları veya karşılaştıklarında bir ‘merhaba’ yı duymazdan gelmeye başlamıştı. Sebepsiz bu tavra anlam verememiş ve Nilüfer de içerleyerek ona aynı karşılığı vermişti. Yalnız kadının kendisinin aksine daha kısa boylu ve şişman, yüzü geçkin yaşına rağmen sivilcelerle dolu olduğundan mıdır bilinmez birkaç kez kendisine uzaktan bakış attığını ve bu esnada onu baştan aşağı süzdüğünü fark etmişti. Belki de onda olmayanlar Nilüfer’de var diyeydi bu nedensiz değişimin sebebi.
Do I Wanna Know? çalmaya başladığında bu düşüncelerini bir kenara bıraktı. Arctic Monkeys’ in solistinin şarkıyı söylerken ki ustaca kullandığı kıvrak dilinden akan sözcükleri zevkle dinledi. Şarkının ritmiyle yeniden canlandığını hissetti, böylece az önce düşündüklerini de unutup gitti. Araç derenin kenarından kıvrılarak içerlere uzanmakta olan yolu hızla takip ederken varmaya kalan mesafe azaldıkça ruhu daralmaya başladı. Yol hiç bitmesin istiyor, uzun yollar boyu gitmeyi çekiyordu canı. Ne vakittir böyle bir yolculuk yapmamıştı. Bir otobüsün camından sessizce dışarda akıp giden manzarayı süzmemiş, kendi kendiyle kalmamıştı. Gerçi bu yolun devamı da Sivas-Erzincan tarafına gidiyordu ya. ‘‘Ne işim var oralarda, asıl şöyle güneşin bol olduğu Ege ve güney sahillerine inmek gerek. Hem denizin keyfini doya doya çıkarmalı hem de gezmenin.’’ Okula vardıklarında öğretmenler odası her zamanki gibi boştu. Diğerleri de az sonra gelmeye başlarlardı. Yağmur bulutlarının aman vermediği gün ışığından arta kalanlar odayı aydınlatmaya yetmediğinden ışıkları yakma gereği duydu. Çantasını, elinde sallayarak getirdiği poğaçasını masanın üzerine koyup ders zilini beklerken akıllı telefonunu aldı eline. Birkaç tane kitap yorumu videosuna denk geldi. Dersin başlamasına az bir süre kaldığından bunları boş ders saatlerine saklamayı tercih etti. Poğaça ve çayla mini kahvaltısını yaparken tam zamanı olabilirdi izlemenin. Çantasındaki iki kitaptan biri neredeyse bir aydır elinde sürünüyor, diğeriyse onu feci derecede içine çekiyordu. İkisini de masanın üzerine bıraktı, gözünün önünde olursa ara ara okuyup kalan sayfaları bitirebileceğini umuyordu. Demlenmeye bırakılan çay makinesinin homurtusu bir yandan cama vuran yağmur damlaları öbür yandan tekrar uzaklara gitme isteği doğurdu içine. Sıcak hava, deniz, güneş, müzikli, dingin geçecek yaz akşamları çekiyordu içi yeniden. ‘‘Dayan be kızım, az kaldı, şu mart ayı da bir geçsin sonrası yaz. Okullar tatile girince gezmenin tadını çıkaracaksın sonuna kadar. Oturacaksın bir şezlonga, dalgalar kıyıya usul usul vururken elinde kitabın, okuduklarının içine dalıp gideceksin, sessiz, sakin oh mis!’’ Ders zili çaldı, koridordaki curcuna yavaş yavaş dağılırken sınıf kapılarının ardında çınlayan gürültü daha şimdiden itiyordu onu. Derin bir nefes alıp kapının kolunu çevirdi. İçeri girdiğindeki manzara tam da beklediği gibiydi: sınıfın yarısı ayakta, oturanların ellerinde telefonlar, ötede birbirini boğmaya çalışanlar, sınıfın bir ucundan öbür ucuna teneffüste yarım kalan top oyununa devam edenler, öğretmenin geldiğini görse bile aldırmayıp sohbetine devam eden arka köşede bir grup… Yani kısacası klasik bir sabaha daha merhaba demişti. Masanın başına geçip bir süre sessizce baktı sınıfa, acaba kendilerine çeki düzen vermeyi o söylemeden akıl edebilirler miydi merak ediyordu. Top oynayanlar oyunlarına son iki pas diyerek devam edip bitirmişler, diğerleri yerlerine otursa da konuşmalarını kesme zahmetinde bulunmamışlardı. Ara ara kimileri öğretmenden tarafa göz atsalar da sanki duvara veya sıradan bir eşyaya bakarmış gibi ifadesiz yüzlerle bakarken, kimileri de alaycı bir ifadeyle davranıyor, konuşma aralarında kahkahalar atıyorlardı. Bütün bunları görmezden gelip sakinliğini korumaya çalışan Nilüfer sonunda sabrının meyvesini alarak yaklaşık on dakikalık bir bekleyişin ardından sessizlik sağlandığında derse geçebilmişti. Ders haricinde bülbül gibi şakıyan öğrencilerin birçoğunun derse katkısı olmuyordu. En ufak konuşma fırsatını değerlendirmekten geri durmuyorlar, öğretmenlerinin varlığını hiçe sayarak olmadık işlere kalkışıyorlardı. En arkada oturan bir kız öğrenci grubu vardı ki evlere şenlik. Öğretmen ders anlatırken arkasını sınıfa dönerse veya tersi bir yöne bakarsa hemen bir yaramazlık peşine düşüyorlardı: biri oje sürer, öteki bir elinde cımbız bir elinde ayna kaşını bıyığını alır, öteki dersi mi dinler hayal âlemine mi dalar belli olmaz, saçının bir ucunu çekiştire çekiştire otururdu. Öndeki birkaç öğrencinin çabasıyla geçip gitti ilk ders, bir ders daha girip kurtulacaktı ‘’‘Sık dişini Nilüfer, onlar daha çocuk sayılır, ergenlik çağında olur böyle şeyler.’’ diye avutmaya çalıştı kendini. On dakikalık teneffüs göz açıp kapayıncaya kadar geçti. İkinci ders enerjileriyle birlikte taşkınlıklarının dozu da artmıştı. Arkasını döner dönmez kopan kahkaha tufanı derse odaklanmasını zorlaştırıyor, sabrını da git gide taşırıyordu. Azarlasa da, kızsa da, nasihat de etse hiçbir çabanın işe yaramayacağını biliyor, o nedenle sabrını son ana kadar korumaya çalışıp öğrencilerle yüz göz olmamaya çaba gösteriyordu. Genellikle olduğu gibi öndeki birkaç kişiyle dersi işleyip bitirdikten sonra dersin bitişini müjdeleyen zili duyunca kuş gibi rahatladı. Şimdi öğle arasına kadar dersi boştu, öğretmenler odasına gitti, kupasına sıcacık çayını doldurup poğaçasıyla beraber yavaş yavaş yemeye başladı. Beklerken soğusa da poğaçadan yayılan nefis tereyağı kokusu onu alıp ta çocukluğuna götürdü, anneannesinin kerpiçten evinin küçücük odasında yer alan ocağın başında yaptığı bazlamaların ortasını yarıp içine tereyağı sürdüğündeki kokusuna ne kadar benziyordu.
Küçük kahvaltısını tamamladığında bitmek üzere olan kitabının son sayfalarını okuyup bitirmek istedi. Kendisinden başka kimsenin olmadığı bu yerde okumak çok zevkliydi. Kitabın içine aniden dalıverdi. Dikkatini çeken, anlamlı bulduğu cümlelerin altını okurken yanından eksik etmediği kalemiyle çizmeye başladı. Kitap o kadar güzeldi ki baştan sona neredeyse tamamını çizmişti. E boşuna klasikleşmemişti Martin Eden, Jack London hakikaten büyük bir yazardı. Kitabın son sayfalarına doğru merakı deli gibi artmış, kendini bu denli yalnız hisseden Martin Eden için gerçekten üzülmüştü. Kitap boyunca onun geçirdiği değişim hakikaten takdire şayandı. Martin’in düşüncelerini kendisine çok yakın bulmuş, çoğunlukla da onun cümlelerini, bir de ölmek üzere olan arkadaşının birkaç cümlesini çizmişti. Kitap bittiğinde o kadar üzülmüştü ki, sanki çok sevdiği ve yakından tanıdığı birini yitirmişçesine hüzün basmıştı ruhunu. Belki Martin ile kendini çok benzeştirdiğinden sonlarının da benzer olacağından mı korktu bilemiyordu. Lakin kitap boyunca Martin Eden’ in düşüncelerini okumak sanki ona kendisine tutulmuş bir aynaya baktığını hissettiriyor, onu en iyi anlayan bir dostla sohbet edermiş hissiyatını veriyordu. Bu nedenle kitabın bitişi ve Martin Eden’in yaşadıkları onda büyük bir hüzün uyandırmış ve yitirmişlik duygusunu yaşatmıştı.
Teneffüs zili çaldığında koridorlara dökülen öğrencilerin arasından zar zor yolunu bulan eğitim emekçileri birer birer öğretmenler odasına geliyorlardı. İlk iş ellerinde kupalarıyla çay makinasına koşup sonrasında olağan sohbetlerine devam ederken az önceki sessizlik bozulmuştu, öyle ki en ufak bir ses dahi kulaklarında çınlıyordu. Kimseyle konuşacak hali olmadığından kitabına iyice gömüldü, biteli dakikalar geçmesine rağmen hala kitabın etkisinden çıkamamıştı ve bir müddet daha bu etkiyi yaşamak istiyordu. Karmaşık konuşma sesleri ve fotokopi makinasının uğultuları arasında zorlukla geçen birkaç dakika bittiğinde herkesin derslerine gitmesinin ardından o huzurlu sükûnet sağlanabilmişti sonunda. Yeniden Martin Eden’i eline aldı. Kitabın hacmini, dokusunu hissetti, yaprakları arasından gelen o kendine has kokusunu içine çekti. Gözleri kapalı olduğu halde burnuna çarpan bu koku muydu ona bazı şeylerin farkına vardıran bilemiyordu ama içinden bir ses şöyle diyordu ona: ‘‘Olmak istediğin yer işte bu kokunun merkezi, oraya karış, orayla hemhal ol!’’ Ortamın bunaltıcı atmosferinden uzaklaşmak istedi, bilgisayarını alıp yanına okul binasının karşısındaki küçük çay bahçesine yöneldi. Dışardaki ıslak masa ve sandalyeleri geçip içeri girdi, bulduğu en rahat köşeye, derenin çamurlu sularının gürül gürül aktığı manzaraya bakan bir masaya, kuzine sobanın sarıp sarmalayan sıcaklığına sığındı. Bilgisayarını karşısına alıp beyaz ekranı açınca içine bir sevinç doldu. Bütün bunlar otomatik hareketlerle olan, rüyadaymış gibi gerçekleşen şeylerdi. Yüzüyle beraber ruhunu da aydınlatan beyaz ekrana yazdığı şu cümleler bundan sonraki hayatının da başlangıcını oluşturacaktı: ‘‘Serin ve yağmurlu bir gündü. Göğü baştanbaşa saran bulutlar ufuk çizgisini bulanıklaştırmış, az sonra yeniden açık ve parlak bir gökyüzüne kavuşulacağının müjdecisi gibiydi…’’