“Ölümler vardır: Can kuş gibi uçar gider. Bir martının süzülüp kaybolması gibi maviliklerde.”
(Erdem Bayazıt)
Tüm seslerin kesintiye uğradığı, soluğun kesilmeye başladığı, ruhun önce zihnini sonra kalbini ve en nihayetinde tüm bedenini terk ettiği ve gözündeki son ışığın da yitip gittiği, nefesini nefesine katıp da son bir ah çektiğin o an…
Dünyaya gözlerini ilk açtığında sabunlarla yıkanıp beyaz kundaklara sarıldığın gibi seni suyla arındırıp tertemiz beyaz kefene sararlar. Sonra musalla taşına bırakılırsın ve tam karşına dizilen tanıdık simaları incelemeye başlarsın. Farklı bir boyuttan onlara bakarsın ve onların çehrelerini incelersin. Dünya meşgalesiyle dolu zihinlerin yüzlere düşen yansımasını seyredersin. Son görevlerini bir an önce yerine getirip de günlük hayat işlerine karışmak istediklerini anlarsın. Artık cismin gibi isminin de unutulduğunu görürsün. Mefta’ya edilen dualar ve temennilere şahit olursun.
Bir de acıyı yüreğinde derinden hisseden seni içten seven ailen, dostların ve arkadaşların vardır. En zor olanı ise onlarla göz göze gelmek ve vedalaşmaktır. Onların feryat ve figanları eşliğinde, omuzlara alınırsın ve bilinmezliğe doğru başlar yolculuğun. Herkesten en uzağa yitip gittiğin, dualar eşliğinde nemli, soğuk ve derin bir çukura bırakılırsın. Bu boyutla artık tamamen vedalaşma vaktidir. Sanki hiç yaşamamışsın gibi en sevdiklerinin dahi toprağı üzerine savuruşuna şahit olursun. Ruhu hâlâ bedeninde olan bu insanların üzgün, solgun yüzlerinin gittikçe belirsizleştiğini, seslerin giderek azaldığını ve en nihayetinde son ışık hüzmelerinin de kaybolduğunu görürsün. Son demde artık zifiri karanlığa eşlik eden derin sessizlikle beraber yalnız ve çaresiz kalırsın….
Ölüm; kimine göre bir yok oluş kimine göre bir başlangıç bazıları için ise sadece farklı bir boyuta geçiştir. Ölümden sonrası için neye inansak da gelmiş geçmiş tüm insanlarla beraber tek ortak özelliğimiz sanırım öleceğimizi bilmemizdir. Bir diğer ortak özelliğimiz ise öleceğimizi bildiğimiz halde hiç ölecekmiş gibi yaşamamızdır. Bu çok ironik bir durumdur. Birinci dereceden yakınlarını kaybeden insanların bu gerçeğe diğer insanlara göre biraz daha fazla yaklaştığına inansam da bu insanların da düşünceleri, acıları ve duyguları ilk gün ki gibi taze kalmaz. Tabii bu çok güzel bir lütuftur. Yakınlarını toprağa vermiş insanlar da bir süre sonra yalan dünyanın pekte ehemmiyetli olmayan işlerine geri dönüverirler. Giden gitmiştir ve geride kalanlar hayatlarına bir şekilde devam eder.
Ölüm hakkında ne kadar bilgi sahibi olsak da ölüm tüm insanlar için bir bilinmezliktir. İnsanoğlunun psikolojisi ise bilinmezlikle pek baş edecek güçte değildir. Bu nedenle ölüm gerçeğini çoğu zaman görmezden gelmeyi tercih ederiz.
Ama yine de insanlar bu konuda ikiye ayrılır. Ölümü tamamen yok sayıp tümüyle arzu, heva, heves ve isteklerine göre hareket edenler. Canlı bedenlere sevgi ve saygı göstermeyip, kötülük yapmaktan asla geri durmayanlar.
Bir de ölüm hakikatini ruhunda hissedip, dünya hayatının gelip geçici olduğunun farkında olanlar. Bu kalıcı olmayan dünya hayatında; insanları kırmamayı, bir canlıyı incitmemeyi, insanlığa faydalı olmayı amaç edinmiş, ailesini, dostlarını, arkadaşlarını gözetip koruyan iyi yürekli insanlar…
İnsanın dünyaya geliş amacını unutmaması gerekir. Çünkü; ölüm hakikatini aklından çıkarmayan bir insan, yanlış yollara girmekten muhakkak uzak durur. Aldığı nefesin bile ona ait olmadığını ve bir gün kendisine emanet edilen bu bedeni terk edeceğinin farkında olur. Çünkü; insan nerede olursa olsun, nereye kaçarsa kaçsın, ne kadar çare ararsa arasın bir gün ölüm ona gelecektir. Çünkü; ölüm, Kur’an’da da ifade edildiği gibi vakti gelen her canlının başına gelen (Ankebut, 57.), asla kaçamadığı (Cuma, 8.), vaktini de ileri veya geri alamadığı (Araf, 34.) tek gerçektir.
Şems-i Tebriz’i Hazretleri, ne güzel ifade eder: “Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?”
Servilerin rüzgarla beraber hoş nağmeler çıkardığı, sessizliğin hüküm sürdüğü mezarlıklara olan ziyaretlerimizi arttırmamız gerektiğini düşünüyorum. Servilerin arasında, kuş seslerinin duyulduğu o huzurlu sessizlikte mezarlıklar arasında yürümek, insan ruhunu farklı bir huzura ve hakikate kavuşturur. Bu yürüyüşe yağmurda inceden eşlik ediyorsa bir an içinde olsa ölmek tatlı bile gelebilir.
Ölümü her an akılda tutmak ve dünya hayatının geçiciliğinin farkında olmak için Osmanlı döneminde mezarlıklar, insanların yaşadıkları yerleşim yerlerine hatta evlerin çok çok yakınlarına yapılırmış. Şimdilerde ise bir mezarlık ziyareti yapmak için kilometrelerce yol yapıyoruz. Mezarlıklar günümüzde maalesef en tenha ve en ıssız köşelerde bırakıldı. Bu durum; bence göz görmeyince bazı şeyleri daha kolay yok sayacağımıza olan inancımızın bir sonucu. Belki hafızamızdan uzaklaştırmayı başarıyoruz fakat ruhumuzun en derinlerinde her defasında bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıyor muyuz?
Çünkü ölüm tüm gerçeklerin üstünde bir gerçektir.
Diyor ya Mevlana Hazretleri; “Öğreneceksin yüreğim, öğreneceksin… Dünyаnın hаsret, ölümün vuslаt olduğunu…”
Ne diyelim! Ölüm hakikatini vuslata çevirebilmek duası ve temennisiyle..