Ölümün ve “İğrenç”in Yazarı” Edgar Allen Poe ve Oval Portre’si

Zeliha Aypek 701 Görüntüleme Yorum ekle
10 Dak. Okuma

“Mükemmel bir şiirin mutlaka bir amacı olması gerektiği aklıma geldi. İnsanlığı en çok hüzne boğan evrensel acı ne olabilir diye sordum kendime. Cevabım ‘ölüm’ oldu.” (Edgar Allen Poe)

Amerikan edebiyatında romantizmin en önemli temsilcilerinden biri sayılan Amerikalı yazar, şair, edebiyat eleştirmeni Edgar Allen Poe (1809-1849); Lovecraft’ın tabiriyle “kozmik korkunun yazarı” , bu anlatı yeteneğinin zamanlar ötesi dehası, doğduğu topraklarda yaşarken yeterince göremediği ilgiye kendisini saplantılı biçimde “edebi kardeşi” olarak gören Fransız şair Baudelaire’in tutkulu ve şahane çevirileriyle Fransa’da ve Avrupa’da daha çok ünlenerek geç olsa da kavuşmuştur.

“Poe’yu neden bu kadar sabırla tercüme ettiğimi biliyor musun? Çünkü bana benziyordu. Onun yazdığı bir kitabı ilk açtığımda, sadece hayal ettiğim konuları değil, benim düşündüğüm cümleleri yirmi yıl önce yazdığını dehşet ve zevkle gördüm.” (Baudelaire)

Avrupa yazınında 19. yüzyılın sonlarında sembolizmi önceleyen Dekadan geleneğiyle yani toplumsal, kültürel bozulma, çöküş dönemiyle birlikte Baudelaire ve çağdaşlarının Fransa’da, Avrupa’da izlediği yolun Amerika’daki temsilcisi Poe olmuştur.

Kültürel dejenerasyon, toplumun ikiyüzlülüğü, tu kaka edilen insanlar, çürümüşlük, âşık olunan ölüm genel konularıdır. Kendisi itiraz etse de kategorize edildiği gotik edebiyatın bütün kavramlarını, temalarını ihtiva eden şiirlerine, kısa ve uzun öykülerine putlaştırdığı mezarlıklar, parçalanmış cesetler, kan gölleri, artık nesneleşmiş ölüler, terk edilmiş tekinsiz şatolar, karanlık sulara yansıyan çatlamış duvarlı kuleler, onlardan sızan melankoli, korku ve dehşet manzaraları hâkimdir.

Julia Kristeva’nın abject (iğrenç) kavramı, insanın kendinden gelen fakat özdeşleşmek istemediği, ruhun sınırlarını tehdit eden her türlü bedensel pislikler, atıklar, kokuşmuşluklara işaret eder. Abject sanat anlayışında bu iğrençlik ya bastırılır, onunla özdeşleşilir ya da iğrenç eylem sırasında yakalanıp geri yansıtılır, işleyişi abartılır. İşte Poe da “iğrenç”i toplumsal, kültürel ve yazınsal düzlemde işlevselleştirir; kokuşmuşlukları, iğrençlikleri, içimizdeki potansiyel kötücüllükleri tüm dehşetiyle, sorgulanmaz netliğiyle bazen de iğrençliği abartarak bize ayna tuttuğu için “iğrenç’in şairi”, “iğrençliğin yazarı” olarak adlandırılabilir. Bu bir nevi edebi klasisizme tepkidir, kültür eleştirisidir.

Freud’un psikanalitik bakış açısının temeli olan bilinçaltını ondan yıllarca önce keşfettiğini söyleyebiliriz. Hikayelerindeki nesneler hep bir şey anlatır, konuşur, insan ruhunun ayrı köşelerine işaret eden sembolik dekorlardır. Küçük yaşta annesini, üvey annesini ve eşini, hatta sevdiği bütün kadınları, ağabeyini kaybetmesi onda derin yaralar açmıştır; yazdığı çoğu öykü kayıp annenin, arzu nesnesinin ona dönüş oyunu gibidir yani Freud’un “Fort-da” kavramına uyar biçimde.

Anne yokluğu onun eserlerinde “anne estetiği”ne dönüşür. Tıpkı Baudelaire gibi o da annesinin oğludur.

Oval Portre Hikayesi

“Olağanüstü Yeni Öyküler”in bir parçası olan Oval Portre çerçeve anlatı tekniğiyle yazılmıştır. Ana teması sanat- yaşam ilişkisi olan hikaye Apeninler’deki yakınlarda terk edildiği sanılan esrarlı bir şatoya anlatıcı ve uşağının zorla girmesiyle başlar. Anlatıcı yaralıdır ve nedenleri açıklanmamıştır. Yıpranmış ama zengin dekorasyonlu, bol resimli tuhaf şatoda en ücra kulede gecelerlerken anlatıcı onca resim arasında genç bir kadının portresini keşfeder ve yastığının üzerinde bulduğu resimleri açıklayan kitapta bu portrenin hikayesini okur.

Anlatıcı şatoya uşağıyla birlikte zorla girmiştir, şimdi de bu büyüleyici kadın portresi anlatıcının dünyasına korkunç ve karanlık bir biçimde zorla girmiştir. Karşılamaları oval çerçevenin eşiğinde gerçekleşen tekil bir karşılamadır aslında. “Uşağımın ağır yaralı halimde beni açıkta gecelemeye bırakmaktansa her şeyi göze alıp zorla içeri soktuğu şato…”

Mağribi tarzda süslenmiş portreye ulaşana kadar anlatıcı şatodan ücra kuleye, kuleden kaldıkları odaya, odadan perdeli yatağa, yataktan mumun aydınlattığı köşeye, köşeden de en son portrenin çerçevesine adım adım ilerler. Yani oval çerçeveyi çerçeveleyen birçok çerçeve vardır. Bu hikayenin matematiksel ahengidir.

Anlatım açısından portrenin öyküsü (üçüncü şahıs anlatısı, heterodiegetik), ilk öykünün (birinci tekil şahıs anlatısı, homodiegetik) kapsamındadır.

Anlatıcının kadın portresinden büyülenmesine yol açan şey, onun yaşayan bir insana benzemesindedir. “Bir sanat eseri olarak hiçbir şey bu resimden daha güzel olamazdı. Fakat beni ansızın ve şiddetle etkileyen şey tablonun yapılış tarzı ya da resimdeki yüzün harikulade güzelliği olamazdı. Bunun nedeni, daha ziyade, yarı uykulu halim­den birdenbire sıyrılınca onu yanlışlıkla canlı sanmış olmamdı herhalde. Bir bakışta, resmin ayrıntılarının, vinyet üslubunun ve çerçevenin görün­tüsünün böyle bir düşünceye yer vermediğini, hatta zihnin bir anlığına bile üzerinde durmayacağını fark ettim. Bu düşünceler içinde, bakışlarım portreye kilitlenmiş olarak, yarı oturur yarı uzanmış vaziyette belki bir saat geçirdim. Sonunda, üzerimde yarattığı etkinin sırrına erdiğim düşüncesiyle sırt üstü yatağa uzandım.”

Vinyet tarzında resmedilen genç kadının mecazi parçalanmışlığı – yalnızca başının ve omuzlarının tasvir edilmesi- gotik kurguya uygundur. Vinyet, mektup kağıdının üst kısmını ve kenarlarını, kitap kapaklarını, tabloları süsleyen motiftir. Burada ise çerçeve içindeki yaşamı dışarıya çıkararak canlılık kazandıran, anlatıcıyla arasında bağ kuran bir şeydir. Portredeki kadının yani ötekinin bakışının yokluğu başarısız bir aynalamadır ve anlatıcı kendini hayali bir biçime sokamadığı için yansıtamaz, dolayıyla egosunda asılı kalır.

Anlatıcının bahsettiğimiz çerçeveleri bir bir aşıp sınırların yok olması Freud’a göre, “tekinsiz”e yani “şey”e çok yaklaşmaktır. Psikanalitik bir kavram olan tekinsizlik; “görünmeyenin görünür kılınması”, bastırılan ‘şey’ lerin başkalaştığı ancak öteden beri tanıdık olan, beklenmeyen, öngörülemeyen, muğlak, “rahatsız eden” in gün yüzüne çıkma durumunun bireyin kontrolü olmaksızın biçim değiştirerek temsil edilebilir hale gelmesi durumudur. Tekinsiz, korkuya yol açan geçmişten beri bilinen ve yabancı olmayan, rahatsız edici bir duygudur. Freud’a göre tekinsiz kavramı, yabancı-yeni ilişkisiyle sınırlandırılamaz ve yalnızca entelektüel belirsizlik ile açıklanamaz.

Tekinsiz ile karşılaşmak ya da şeyle, korku ve dehşet uyandırır: “Evet, resmin büyüleyiciliğinin olağanüstü canlılığından ileri geldiğini keşfetmiştim; bu beni başlangıçta irkiltmiş sonra aklımı karıştırmış, sindirip korkutmuştu. Saygı ve korku  karışımı bir duyguyla şamdanı eski yerine çektim.”

Birincil öykünün içindeki ikinci  öyküyü anlatıcının yansıttığı kadarıyla biliyoruz. Rehber kitabın Oval Portre’yi açıklayan sayfasında tanınmış portre ressamından ve tabloya konu olan eşsiz güzellikteki eşinden bahsedilir. “Ressamı görüp sevdiği ve onunla evlendiği an hayatının uğursuzluk saati çaldı. Ressam ateşli, çalışkan, sert ve zaten eşini sanatında bulmuş bir insandı..” Sanatçının eşi sanatını kendisine rakip gördüğü için resimden, fırçalardan, paletlerden nefret eder. Bu cümle bizi hikayenin trajik sahnesine hazırlayıcı bir cümledir. Hayat dolu genç kadın kocasının mesleğinden nefret etmesine rağmen, itaatkar ve uysal olduğu için, portresini yapmak isteyen kocasına boyun eğer ve çöküş başlar. “Işığın yalnız yukardan tuvalin üstüne düştüğü karanlık odada haftalarca poz verdi. Ressam içinden saatlerce günlerce süren işinden pek gurur duyuyordu. Öyle ki bu ıssız kulede ancak tepeden sızan ışığın sevgilisinin sağlığını harap ettiğini göremiyordu.”

Burada Poe, on dokuzuncu yüzyılın ataerkilliğini eleştirir özünde, kadının güzelliği yalnızca sanata malzeme olacak bir nesnedir. Ressamın tutumu, narsisizmin  tüm unsurlarını barındırır: İlk unsura karakterlerin özelliklerinde rastlarız. Ressamın karısı muhteşem güzellikte ve neşe dolu olmasına, bir karaca yavrusu gibi oyunbaz, şen olmasına, kocasının sanatıyla ilgili endişesine rağmen, ressamın kendisine yönelen hayran bakışlarından hoşnut, resmedilme isteğinden etkilenmiş görünür kocasına, gururu okşanır. Ama bu büyülü resimden ölümün dumanları yükselmeye başlar. Ressamın tutkusunun kurbanı olduğu gibi, onun yaptığı portrenin kendisine uyguladığı büyünün de kurbanıdır. Zaten eşini sanatta bulmuştur ressam ve kendi içsel hayatına yatırım yapıyordur. Narsisizm de bu değil midir? Dış dünyadan soyutlanan libidonun egoya yönlenmesi, kendi suretine taşınan aşk.

Genç kadın ile sanatçının yaratıcı gücüne tanıklık eden portre arasındaki olağanüstü benzerlik etrafındakileri hayran bırakır. Dış dünyayla bağlantısı kesilen, işinin hararetiyle vahşileşen ressam karısının sağlığının ve moralinin bozulduğunu fark etmez, bunları görmezden gelir, dünyadan soyutlanmış kulenin kasvetli zayıf ışığında nesneleştirdiği karısı bir yana işi kendisinin uzantısı hâline gelir. “Resme döktüğü renklerin yanında duran sevgilisinin yanaklarından uçup gittiğini fark etmiyordu.” Son fırça vurulup boya sürülünce ressam, eserinin önünde hayran hayran durur, ölü gibi sararır. “Gerçekten hayatın ta kendisi oldu bu!” diye bağırır. Fakat kadın ölmüştür.

Sanatçı bir bakıma hayret ve sihir karışımdır. Gerçekliğin olabilirliği mümkün  ya da mümkün olmayan görüngülerini düş gücü ve kendi içine yönelen libido enerjisinin karışımıyla başka başka hâllere dönüştürebilen bir simyacıdır o. Poe’nun bu öyküsünde ressam, karısının güzelliğinin parlaklığını imgelerle yeniden yeniden üreterek sanatsal yaratımın zirvelerine ulaşır.

Ressam nasıl “hayatın ta kendisi!” dediği portrenin görkemine kapılıp esrikleşip büyülenmişse, Apeninler’deki şatoya zorla giren anlatıcı da bu portre  karşısında aynı şekilde büyülenmiştir.

1842’de yazılan Oval Portre; bilinçaltı, narsisizm, tekinsizlik gibi psikanalitik kavramlarla sanat ve yaşam arasındaki huzursuz ilişkinin yorumunu özetleyen, kısa fakat anlam ve imge hacmi yoğun bir öyküdür ve Oscar Wilde (Dorian Gray’in Portresi, 1891) gibi pek çok ünlü yazara ilham kaynağı olmuştur. Bu öyküde sanat ve gerçeklikle ilgili ahlâkî bir yargıya varmadan şeylerin nasıl olduğunu betimlemiştir; Poe’nun şeylerin nedenlerine saplanmaksızın onların oluş biçimini apaçık ortaya koyan sürükleyici tasvirleri edebiyatının ağırlık noktasını oluşturur.

Kaynakça:

Edgar Allen Poe, Oval Portre
Hal Foster, Gerçeğin Geri Dönüşü, Yüzyılın Sonunda Avangard.
Jungcu Psikanaliz Defterinde Oval Portre, Christian Fonaeca.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Zeliha Aypek
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version