Kendimizi göstermek bir bakıma, düşüncelerimizi gerçekten doğru olduklarına inanmak zorunda olmadan kabul etmeyi içerir. Onlarca yıllık psikolojik araştırmalar kaçınılmaz endişeler, pişmanlıklar ve üzücü deneyimlerin karşısında yaşam doyumumuzun, bu şeylerin kaçını yaşadığımıza veya hatta bunların yoğunluklarına bile değil, onlarla nasıl baş ettiğimize bağlı olduğunu göstermektedir. İçimize atarak veya sürekli düşünerek davranışlarımızı yönetmelerine izin mi veriyoruz yoksa onlarla şefkatle, merakla ve hiçbir başarısızlığın, pişmanlığın reddedilmediği bir kabulle mi yaklaşıyoruz?
Aslında insana dair en büyük paradokslardan birisi şu anda olanı kabul etmeden kendimizi ya da şartları değiştiremeyeceğimizdir.
Kabul, değişimin ön koşuludur. Bu da dünyaya var olduğu gibi olması için izin vermek anlamına gelir çünkü ancak dünyayı kontrol etmeye çalışmayı bıraktığımızda onunla uzlaşabiliriz. Bu olduğunda sevmediğimiz şeyleri yine sevmeyebiliriz, sadece onlarla savaşmayı bırakmış oluruz. Savaş bittikten sonra da değişim başlayabilir.
Öz duyarlılık kendinize dışardan bakmanız anlamına gelir. Gerçekliği inkar etmeyen ama zorluklarınızı ve başarısızlıklarınızı insan olmanın bir parçası olarak kabul eden, geniş ve kapsayıcı bir bakış açısıdır.
Ne yazık ki içinde yaşadığımız tüketimden beslenen post modern çevrenin amacı, bizi memnuniyetsiz hissettirmek böylece ihtiyacımız olsun olmasın, bizim için iyi olsun olmasın, bir şeyleri istememizi sağlamaktır. Bu yüzden sürekli kendimizi başkalarıyla karşılaştırmak ve kaçınılmaz bir şekilde yetersiz hissetme durumuyla karşı karşıya kalırız.
Görünüşe göre kendinizi başkalarıyla karşılaştırmaya başladığınızda, kazandığınıza inansanız bile bu kendi değerinizi sürdürmek için üstünlük sağlama ve dışsal onaylanma oltasına takılmış olmanız anlamına gelir ve bu kaybedeceğiniz bir oyundur.