Acı ruhu büyütür derler, doğrudur. Ben en çok geceleri büyürüm. Karanlığın içinden çıkıp gelir adeta kâbuslarım, geçmişin sisli, puslu görüntüleri kekremsi bir tat bırakır belleğimde. Kiminde ağlayan, kiminde yatağında acılar içinde kıvranan bir anne görürüm, annemi genellikle buna benzer şekillerde görürüm de gülerken pek nadir anımsarım genellikle. Bir kadına gülmeyi unutturan nedir?
Ne hazindir değil mi? İnsana en yakın duygu düşünüldüğünün aksine mutluluk ve sevinçten çok hüzündür, sevgiden çok keder kapısını çalar. Hüznün mutluluktan daha ebedi bir duygu olduğunu söyleyen kimdi? Schopenhauer mi? Kimse kim artık, haklıymış, boşuna filozof olunmuyormuş demek. – bir feylesof olmasam da bu gerçeği idrak edecek kadar hayat tecrübesine sahibim sanırım. –
Bazı geceler, hatta defalarca kez şu boş hayatıma bir anlam katayım, anlamsız(!) varlığımla dünyayı işgal etmeyim diye düşündüm: bunun için aklıma birkaç çözüm yolu(!) geldi ama karar veremedim. Ben yaşarken, iyileşmek için yardım dilenirken beni yok sayanlardan böylelikle intikam alacaktım. Vicdanlarına ömür boyu ağır bir yük olacaktım, kalplerine mutluluk dolacağı zaman akıllarına gelecek ve ölümcül bir yumruk gibi yüreklerine inecektim. O anda beni anımsayıp yüzlerinde oluşmak üzere olan tebessüm donup kalacaktı, acıyla yutkunacaklardı ve hayatlarını zehir edecektim, hoş belki de hiç umurlarında bile olmayacaktım, bu ihtimali de bir kenarda tutmak gerekirdi. Kimileri arkamdan bir güzel dedikodumu yapıp hem de toprağım soğumadan, içlerindeki bütün zehri döktükten sonra bir de utanmadan: ‘’Aman neyse ölülerin ardından konuşulmaz.’’ derlerdi, sanki yaşarken az yapmamışlar gibi. Bir yerden sonra ona da boş verdim. Öteki yandan düşününce hakkımda söyleyecekleri hemen hiçbir şey umurumda olmazdı, sonuçta kişi kendinden bilirmiş işi, ben de kendimi bildikten sonra gerisi boş… Ama bir tek şey hariç, ardımdan: “Korkaktı zaten, yaşamaktan korktu da kestirmeden bitirdi yolu.” derlerse işte o fena olurdu. Sahi, öteki âleme vardıktan sonra böyle dertlerim de olur muydu bilinmez ama…
Yok vazgeçtim sonradan, el aleme kendime korkak dedirtemem! Kaybedeceksem de savaşarak yenilmeliyim!
Büyümek için acele edenlerden oldum. Herhalde birçok şeyi yapmak veya en azından insan yerine konulmak için büyümek gerekliliğini görüp acele etmiş olmalıyım. Belki o zaman ne hissettiğimin, ne düşündüğümün bir önemi olurdu sevdiklerimde.
Çocukluğun zevki sefasını pek süremedim, boyumdan büyük dertleri sırtıma yükledim. Çevremde derdi olanı dinledim, onların gözünden bakmaya çalışırdım dünyaya, küçücük boyumla yirmi beş yaşında bir genç kızın başına gelen aldatılma olayını sanki bir faydam olabilecekmiş gibi uslu başlı dinler, akan gözyaşlarına acır, hatta kendimi tutamayıp ben de onunla ağlar, onun için içten bir üzüntü duyardım. Bir de üstelik bu sadece o an için gerçeklesen, gelip geçici bir duygu olmazdı, bazen günlerce, belki de haftalarca zihnimi oyalardı. Aklımda dönüp dururdu anlatılanlar ve böylelikle tekrar tekrar yaşardım aynı duyguları. Sanki dünyanın bütün acılarını bana verseler gıkım çıkmazdı, ben de hissettiğimde karşımdakinin acısı azalacakmış gibi mi düşünürdüm bilemiyorum şimdi, ama hep anlamaya çalışırdım. (Şimdi düşündükçe yaptığım bu şeye bir anlam bulduğumu fark ediyorum, herhalde bana yapılmayanı ben başkalarına yaparak en azından kendimce destek oluyordum.) Tabii sadece insanlara ve duygulara karşı değildi bu anlama çabası, hayata karşı da her zaman böyleydi. En çok hatırladığım komşuların akşam perdelerini kapattıklarında kendi dört duvarları arasında ne yaptıkları, nasıl konuştuklarıydı. Hatta bir tanesinin boyuma göre olan mutfak camından yemek yapışını, bir yandan çıkan bulaşıkları el çabukluğuyla nasıl da yıkayıp pakladığını hiç sıkılmadan seyrettiğimi anımsıyorum. Acaba sokakta her gün gördüğümüz o çaçaron, küfürbaz, koca göbekli Bağdagül Teyze evinde nasıldı ya da çocuklarını gün içinde her kafası kızdığında eşek sudan gelinceye kadar döven Fatma Teyze’ nin kocasına karşı davranışları nasıldı dört duvarın içinde? Sanırım içten içe orada onların daha sahici olacaklarını bilir ve bu yanlarını merak ederdim personalarının aksine. Bunun yanı sıra merak ettiğim çok şey vardı: Neden küçücük yüreğime bir hüzün bulutudur çökmüştü de gitmek bilmiyordu; neden babam anneme sürekli bağırıyor, onu ağlatıyordu; neden sırf oje sürdüm, pantolon giydim diye hakarete, azarlamalara maruz kalıyordum. Neden aç uyurdu bir çocuk, neden okula beslenmesi eksik veya boş, boynu bükük gelirdi anlamaya çalışırdım. Neden bazı arkadaşlarım saçları başları yapılı, süslü püslü gelirken bazıları kirli ve bakımsız gelir anlamaya çalışırdım. Neden bazılarımız neşeli, çalışkan ve başarılı, bazılarımız ise hüzünlü, düşünceli, tembel anlamaya çalışırdım. Bütün bunların içinde hemen her gün yüzü asık, en ufak bir şeye bile köpüren, memnun etmesi çok zor olan sınıf öğretmenimizi hiç anlayamazdım. Neden hep güzel çocukları, ağzı laf yapan sempatik çocukları severdi de arka tarafa yığdığı o biraz hüzünlü, çok da güzel olmayan, en ufak bir ilgi karşısında kalbinde çiçekler açacak çocukların yüzüne bile bakmazdı? Neden kalbi kırık bir çocuğu fark edemez, onu anlayamazdı bir öğretmen? O yaşıma rağmen birçok şeyi anlardım ama işte bunu anlayamazdım. Sevilmek için illa güzel, yakışıklı mı olmak gerekirdi? Ya da çok zeki ve çalışkan? Sevdiği çocukları ve onların annelerini kayırmasını da anlayamazdım. Neden benim anneme asık suratla ve pek yüz vermeyerek davranırken diğer çocuklarınkine güler yüzle davranırdı? Ezelden beri sesi kısılmış olan annemin ne suçu vardı?
Anlamak hayatımdaki en büyük gayem oldu, bir o kadar da kaygım. Anlarsam bilirdim, bilirsem özgürleşir, bildiğim kadar kucaklardım dünyayı. Artık acının yanında öğrenmenin payı da vardı büyümemde, anladıkça, öğrendikçe genişleyip her şeyi kapsadığımı hissettim zihnimde. Öğrenmek hem kendimi, hem de dünyayı kavramam ve anlamlandırmam içim bir araçtı. Fakat bir yandan öğrenmenin verdiği zevki taktıktan sonra başka şeylerden zevk alamaz oldum. Açıp kitap okuduğumda geçirdiğim birkaç dakika çizgi film izlemekten, yaşıtlarımla sokakta oynamaktan, onların – bana göre – o boş ergen muhabbetlerine katılmaktan daha ilgi çekiciydi. Hatta öyle ki, elimden gelse dünyaları sığdırmaya çalışırdım dimağıma. Su gibi içtiğim her kitap beni bambaşka âlemlere götürürdü. Saatler süren okumanın ardından kitaptaki karakterlerin yaşanmışlıklarını içselleştirir, acı çektilerse acılarını, korku, heyecan, sevinç ne duyarlarsa ben de onun izlerini üzerimde taşır, saatlerce içine daldığım okuma yolculuğunun ardından uzak yollardan gelmiş bir yolcu gibi hissederdim kendimi. Okumadan önceki benle sonraki benin aynı olmadığı aşikârdı ve elbette bu daha mutlu bir ben idi. Böyle böyle zaman içinde yaşıtlarımdan da uzaklaştım, çünkü hemen hepsi zamanın boş eğlenceleriyle o kadar meşgullerdi ki – ya da onlar aslında yaşını gerçek manada yaşayan, çocuk olabilen çocuklardı ve ben yüz yaşındaki ruhumu doyurma gayretindeydim sadece – asıl manaya varacak eylemler yapmaya pek fırsat bulamıyorlar, bulsalar da ya gönülden yapmıyorlar ya da yaptıklarından gereken manayı idrak edip de çıkar-a-mıyorlardı, belki de benim beklentim haddinden fazlaydı, bilemiyorum. Benim merakımı da arkadaşlıktan beklentimi de doyuramayan bu topluluğun bir parçası olamadım, zaten içlerinde genellikle yabani ve ayrıksı kalırdım. Onlar da beni pek aralarına almaya gönüllü olmazlardı, böylelikle karşılıklı sessiz bir anlaşma yerine gelmiş gibi olurdu. Aradığım mutluluğa, anlamak gayemin karşılığı olana ulaştığımı fark etmemle daha da fazla sarılmıştım kitaplara. Evet, deyimi yerindeyse su gibi içiyordum her bir satırı, onların yaşadıkları maceranın bir parçası olmaktan aşırı mutluluk duyuyordum. Benim her şeyi bunca anlama çabama rağmen anlaşılmamak çok koyuyordu o zamanlar. Hatta bunu fazlasıyla dert edinip kendimi değersiz hissettiğim bile olmuştu uzun zaman. Ama sonradan anladım ki ne olursa olsun insan kimseyi tam olarak anlayamaz, öyle ki kendimize karşı bile bunu yapmamız zordur. Bilinçaltımızın sürprizleriyle karşılaşma ihtimali düşünülürse evet insan bir derin kuyudur, içinde ne saklar belli olmaz…
Kâh acılarla, kâh okuyarak büyümüştüm evet, ama en çok hatalarımla büyüdüğümü fark ettim. İlk zamanlar hata yaptığımda yaşadıklarımdan ders almak yerine neden hata yaptığımla ilgili kendime yüklenirdim fazlasıyla, hata yapmaya hakkı olmayan, hata yaparsa kusurlu olandım. Hata yapanın kusurlu oluşu düşüncesi nereden, nasıl kazınmıştı belleğime derseniz, herhalde en çok babamdan olsa gerek, ona da dedemden kalan bir miras gibiydi bu düşünce. Hata yapma korkusundan hayatı yaşayamadan solup giden nice insan gördüm, bu noktada Oğuz Atay’ ın Tutunamayanlar’ından o ünlü alıntı düşüverdi aklıma: Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. Günün birinde, yani saçlarıma aklar düşmüş, belim bükülmüş halde, hayatımın geri kalanında bir şeyler yapmak için çok geç kaldığım bir zamanda bu farkındalığa ulaşma ihtimali beni derinden ürkütmüştü. (Hayatının sonuna kadar hiç farkına varmadan öylece yaşayıp gidenler ne ala, onlar gönül rahatlığıyla gözünü kapayacaklardı sonsuza dek ama ya öteki türlüsü? Düşünmek bile istemiyordum.) Bu ürküntü ruhuma suni teneffüs etkisi yaratmıştı ve bir noktadan sonra bu mirasımdan gönüllü olarak vazgeçtim. Ve sanırım hata yapmak benim için normalleştiği vakit hatalarımdan da ders çıkarmaya başladım. Bir şekilde atalardan dedelerden gelen bu mirası terk ettiğim için mutluyum. Hayat bu şekilde biraz daha normalleşti gözümde, kendimi kusurlu olarak adlandırmak yerine ‘’insan’’ olarak adlandırmaya başladım. Herkes gibi ben de beşerdim, elbet bazen şaşabilirdim, önemli olan yaşadıklarımdan ders çıkarmam ve sonrasında buna göre davranmamdı, bu sonuca vardığımda içime derin bir huzurun egemen olduğunu fark ettim. Bu farkındalık hayatımı değiştirdi diyebilirim.
Ve zaman içinde gördüm ki, benim geçmişe dair içimi açmaktaki her çırpınışımdan sonra en yakın çevremde dahi bu yaptıklarım hâyîde edâya dönüşmüştü. Ne zaman geçmişten bir konu açılsa, bıkkınlıkla buruşturulan yüz ifadeleriyle karşılaşır olmuştum. Bir insanın çocukluğunu affedemeyişi geleceğini de esir alıyor, ömür boyu üstesinden gelemediği bir çıkmaza dönüşüyordu. Üstesinden geldiği gün özgürleşecekti, bunun için büyük bir çaba harcamalı, korkup kaçmamalıydı. Yüzleşmek savaşmak demekse evet, yeri gelince savaşmalıydı da insan. Ben de bu yüzden savaşmayı seçtim sanırım, başka türlü bir yol bulamadım düze çıkmak için.
Şöyle bir düşününce çocukluğumun büyük çoğunluğu yapmam gerekenleri yapmadığımdan – belki de zaten eksik ve kusurlu olduğuma olan inancımdan dolayı hiçbir şeyin peşine adam akıllı düşmediğimden sürekli başarısızlıklara uğruyordum – utanmakla geçmiş. Belki de bu yüzden bir yerden sonra utanmaktan yorulup hayata daha gözü kara bakabildim. Hak etmediğim utanmaları ruhumda taşımaktan yorulmuştum. Bunda belki başkaları adına utanmamın da payı vardı. Yere düşene yardım etmek yerine bir tekme daha vuranlar adına utanıyordum mesela, vicdana uymayan, anlayışa sığmayan ne varsa kim varsa onlar adına utanıyor ve onlar adına acı çekiyordum. Belki bir nevi şu Yeşil Yol filmindeki siyah dev adam gibi olmuştum gerçek hayatta. Pek bilinçli olarak yapmadığım, yapmaktan kendimi alamadığım bir şeydi herkesin ve her şeyin gözünden bakabilmek. Yalnız şunu daha yeni fark ediyorum da kendimin ne istediğini uzunca bir zaman düşünmemişim. Kendi bakış açımı kazanmam ve bunu keşfetmem yıllarımı aldı, eğer kitaplar olmasaydı belki de hiç yapmayı başaramayacağım bir şeydi bu. Kitaplar kendimi bulmamı, zihnimi özgürleştirmemi, insanı ve dolayısıyla insanlığı anlamamı sağladı. Anlamak üzerine olan yaradılışım ancak kitaplarla soluk alabildi, bilgiye olan susuzluğum okuyarak kanabildi. Belki dışarıdan bakınca içine kapanık, sessiz, sakin bir çocuktum sadece fakat okumak iç âlemimde beni bambaşka yerlere taşıdı. Buna ne kadar şükretsem azdır.
Gün geceye kavuşmaktayken, ufuktan alçalan güneşin kızıl goncaları odamın duvarlarını boyarken usulca döndüm ardımda dağ gibi yükselen kitaplığıma. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ ı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’ i, Nazım Hikmet’in Yasamak Güzel Şey Be Kardeşim’ i bir yandan bakıyordu; Nietzche’ nin Zerdüşt’ ü, Albert Camus’ nun Başkaldıran İnsan’ ı, Victor Hugo’nun Sefiller’ i bir yandan… En büyük sırdaşlarımdılar onlar, benim için yaşamın rotasına yön veren birer pusula; hayatımda verdiğim kararları etkileyen, düşünce yapımı değiştiren, yoluma ışık olan birer yıldızdılar.
Saatlerdir masaya iki büklüm eğilmiş yazmaktan sızlayan parmağımın imdadına kulak verdim en sonunda, siyatiğimin izin verdiği müddetçe masamın başında yine mesut saatler geçirmiştim. Çatırdayan eklemlerimi esneterek yüzüme yayılan tebessümün, içimi kaplayan huzurun tadını çıkardım. Her zaman olduğu gibi büyük bir güven ve sevgiyle sırtımı yasladım dostlarıma…