Her zaman “sınırları aşmaktan” bahsediyoruz. Neden amacımız sınırları aşmak? Dostoyevski “Budala” isimli kitabında İppolit karakteriyle, “Ah inanın, Kolomb Amerika’yı keşfettiği anda değil, onu keşfederken mutluydu.” der. Sınırları aşmaya çalıştığımız süreci mi seviyoruz yoksa sınırsızlığa ulaşmayı mı istiyoruz? Ruhumuzun sur ya da sınırları içerisinde mutlu değil miyiz, surların içerisi sıkıcı mı veya surların ötesi mi ilgi çekici?
Esaretin olduğu yerde özgürlükten bahsedilemeyeceğini düşünüyorum. İnsanın zihninin, bedeninin ve davranışlarının bir sınırı vardır. Gerçek özgürlük ancak uhrevi bir sınırsızlıkta gizlidir. Özgürlüğü hep uçsuz bucaksız gibi görünen mavi gökte şiirsel endamla kanat çırpan kuşların sembolize ettiği düşünülür fakat bembeyaz kanatlı kuşlar bile gökyüzüne ve özgürlüğe tamamen erişemez. Bu konuyla ilgili Nietzsche şöyle der: “Özgür mü diyorsun kendine? Sana hükmeden düşünceni anlat, duymak isterim.”
Yani özgür olduğumuzu düşünür ve söylerken bile “özgürlük düşüncesi” bizim genel düşüncemize hükmeder ki öyle söyleriz.
Aslında hayat ve özgürlük çok benzerdir. Hayatın değerini varlığına alıştığımız spesifik bir şeyin yokluğuyla karşılaşınca, özgürlüğün değerini esaretle tanışınca anlarız. Hayat hem beyaz, hem siyahtır; yani gridir. Gerçek özgürlük içerisinde esareti barındırır. Özgürlüğün kendisi beyaz (belki de yeşil) esaret ise siyahtır, yani bilinmezdir. İkisi tatlı ve acının birleşmesi gibi bütünleşince gri olur.
Belki de aradığımız mutluluk esarette saklıydı. Bu önerme gerçekse bunu fark edemediğimiz için hep başka şeylere yönelme ihtiyacı hissediyorduk. Esareti anlamazsak esaret de bizi anlamaz. Kim bilir, belki özgürlüğün ve özgünlüğün özü esarette gizlidir.
Çok beğendim