İlkbaharın geldiğini çimenlerin üstünde serpiştirilen papatyalardan anlarım. Altın gözlü, beyaz elbiseli bu çiçekler, toprağı delip de başını güneşe döndüğü an içimi bir ılıklık sarar, o his beni köyüme götürür. Köyüm… Yıllar önce ardıma bile bakmadan karşıma çıkan ilk otobüse binip terk ettiğim köyüm. Aslında papatyalara anlam yükleyerek köyümün bahçelerinde açan çiçeği özlemek çok aptalca. Çünkü benim aslı özlediğim, annemken, babamken, kardeşlerimken, papatyaları özledim demek beni sevenlere ihanet.
Küçük bir çocukken köyümün tezek kokulu havasını içime çekerek çobanlık yapardım. Hepi topu beş koyunumuz vardı ve onları otlatma görevi bana verilmişti. Sabahın erken saatlerinde koyunları alıp dağ bayır gezmek, yorulunca ağaç gölgesinde ıslık çalmak oyun gibi gelirdi. Onlar otlamaya devam ederken büyük bir kayanın en tepesine çıkıp ne kadar büyük bir arazide yaşadığımı düşünür, bununla övünürdüm. Çünkü gözümüm gördüğü koskoca ova, bana aitmiş gibi gelirdi. Biraz daha büyüyüp ortaokulun son sınıfına geldiğimde ise birileri görünenin arkasında bambaşka şehirler, insanlar olduğunu fısıldadı. O kişi Türkçe öğretmenimdi. Türkiye haritasında arayıp bulduğumuz bir şehirden geliyordu. Çanakkaleliydi. Çanakkale’nin bizim için en önemli özelliği Birinci Dünya Savaşı’ndaki cephelerden biri olmasıyken onun sayesinde farklı bir gözle bakmaya başladım.
Türkçe öğretmenimle vakit geçirdikçe ufkum genişliyor, yeni yerler görme hevesim artıyordu. Onunla konuştuğumuzda diğer öğretmenlerimizin de başka başka şehirlerden geldiğini öğrendim. Mesela fen bilgisi öğretmeni Kayseriliydi, matematik öğretmeni Erzurumluydu. Beden Eğitimi öğretmeni İstanbul’dan gelmişti. Hepsi de köyümüzü çok sevmesine rağmen ille de memleketim derdi. Özellikle İstanbullu hocam hayrandı şehrine. Deniz diye bir şey gerçekten vardı ve ortasından vapur geçiyordu. Hatta koskoca bir köprü iki kara parçasını birbirine bağlıyordu. Bir gün ona,
“İstanbul’a nasıl gidilir?” diye sorduğumda gülmekten yerlere yatmıştı.
“Sen dünyayı çok büyük sanıyorsun, ama İstanbul o kadara uzak değil. Önce kasabaya gideceksin. Oradan minibüsle şehre ineceksin. Sonra da otogara gidip İstanbul’a bir bilet alacaksın. Hepsi bu kadar!” Öğretmenimin anlattığı güzergâhı beynime kazıdım kazımasına ama günlerce İstanbul’a ne sebepten gideceğimi düşündüm. On dört yaşında bıyıkları henüz terlemiş ergen bir gençtim ve nedene ihtiyacım vardı.
Bana lazım olan sebebi başka bir öğretmenim verdi.
“Üniversite okumak için gidersin.” Aslında farkında olmadan bana bir kapı açmıştı. Köyümüzde ortaokuldan sonra pek okuyan olmazdı. Lise ilçedeydi ve herkesin maddi durumu çocuğunu ilçeye göndermek için yeterli değildi. Bu zamana kadar sülalede okumak isteyen de çıkmamıştı. Yani örnek alıp akıl danışacağım kimse yoktu. Yine de bir akşam sofrada babama liseye gitmek istediğimi söylediğimde öyle şaşırdı ki,
“Emin misin oğlum?” diye sordu. Ben direkt ret cevabı alacağımı sanıyordum, ama o onayladı. Küçük bir planı bile vardı. İlçede uzaktan gelen öğrenciler için devlete ait yurtlar olduğunu, cüzi bir miktarla orada kalabileceğimi söyledi. Gerçekten kararlıysam İlçe Milli Eğitim Müdürü ile iletişime geçecekti. Elimde bir parça ekmekle kalakaldım. Bunun bir okuma mücadelesi olması gerekiyordu sanki. O hikâyeler hep böyle başlamaz mıydı?
Liseyi yatılı okudum. Üstelik her hafta sonu evdeydim. Son sınıftayken babama üniversiteye gitmek istediğimi söyledim. Sözüm ona mühendis olacaktım. Babam gibi çiftçilik ve hayvancılıkla geçindiği için yardıma ihtiyacı olan birinin, farklı bir şehre rıza göstermemesi gerekiyordu, ama o yine,
“Hay hay!” dedi. “Yürü be koçum! Kim tutar seni!”
“Ama İstanbul’a gitmek istiyorum,” dedim. Güldü.
“Nasipse olur.” Sınava girdim. İlk tercihlerim hep İstanbul’du. Puanım yetmemesine karşın ya olursa umuduyla mümkün olabilecek mühendislik fakültelerini yazmaya gayret ettim. Lakin son tercihlerime öğretmenlerimin memleketi olan şehirleri yazdım. Ayrıca onların okuduğu bölümleri kodladım. Yani matematik öğretmenliği için Erzurum’u, fen bilgisi öğretmenliği için Kayseri’yi işaretledim. Ailece heyecan dorukta sonuçları beklerken benim için şok edici, babam için sevindirici haberi aldık. Kayseri’deki eğitim fakültesine yerleştim. Ekrandaki sonuca ağzı açık bakarken,
“Ama ben İstanbul’a gidecektim,” diye fısıldadım. Babam sırtımı sıvazlayıp,
“Gezmeye gidersin artık,” dedi.
Göreve başladığımın dokuzuncu yılındayım. Hala İstanbul’a gidemedim, ama başta söylediğim gibi memleket hasreti falan çekmiyorum. Onu sizin dikkatinizi çekmek için yazdım. Okul bitince kasabamdaki okula atandığım için bahar geldiğinde papatyaları görebiliyorum. Evlendim. Çocuklarım var. Zaman zaman onlara hayal kurmanın önemini anlatıyorum. Yıllardır çözemediğim şey ise hayallerim yüzünden mi öğretmen olduğum, yoksa İstanbul sevdası yüzünden mi? Bir türlü bu sorunun cevabını bulamadım. Belki siz benim yerime bulursunuz.