Evrenin yaşının 14 milyar yıl olduğu tahmin ediliyor. Dünyanın ise 4.5 milyar yıl. Dünyanın oluşumundan 500 milyar yıl sonra; yani günümüzden yaklaşık 4 milyar yıl önce canlı organizmalar meydana geliyor. Ve insanlık 200 bin yıl yaşında.
Ne rakamlar ama… dehşet verici.
…
Bugün Pazar. Her hafta sonu olduğu gibi geç uyandım, daha doğrusu uyandırıldım. Her zaman olduğu gibi Furkan’la Kıvırcık tepemde.
– Hadi baba, kalk. Annem kahvaltıya çağırıyor.
Kalktım, elimi yüzümü yıkadım. Çocuklar mutfakta annelerine bir şeyler söylemeye çalışıyorlar.
Çalışıyorlar diyorum çünkü ikisi aynı anda konuştuğu için söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyor.
Furkan önce kendisinin beni uyandırdığını iddia etse de; kıskanç Kıvırcık durur mu.
– Hayır anne, önce ben uyandırdım babamı. İstersen ona sor, diyor heyecanlı heyecanlı.
Furkan 9 yaşında. 3. Sınıfa gidiyor. Kıvırcık ise 4 yaşında. Okula henüz gitmiyor, ama tipik bir kız çocuğu gayretiyle abisinden daha fazla eski kitap ve defterlerle haşır neşir oluyor. Güzel bir kahvaltı sofrası vardı. Oysa neredeyse öğlen ezanı okumak üzereydi. Ben sadece çay içtim, sofrayı falan kaldırdık.
Kahvaltıdan sonra Furkan:
– Baba, bugün bizi alışveriş merkezine götüreceksin. Unutmadın değil mi? Söz vermiştin.
– Unutmadım gideriz. Ama fazla para harcamak yok, ona göre, dedim.
Kıvırcık 3 gündür cebinde sakladığı madeni 1 lirayı gösterek:
– Benim param var baba. Baak.
Furkan geçen hafta dedesinin verdiği 5 lirayı göstererek:
– Benim de param var. Hem de kağıt para. Ardından sırf kardeşini sinirlendirmek için bastı kahkahayı.
Çocukları televizyonun bulunduğu odaya gönderim. Bilgisayarın başına geçtim. Haber sitelerine şöyle bir göz atayım dedim. Suriye’de kanlı hafta sonu, Afganistan’da terör saldırısı, Cizre’de operasyonlar, vesaire vesaire. İçim karardı. Derken hanım belirdi kapının eşiğinde:
– Ya hazır bilgisayarı açmışken şu benim e-okulu açsana. Bir öğrencimin notunu düzeltmem lazım. Sözlü notunu biraz düşük vermişim.
Not işini falan hallettim. Sonra üstümüzü değiştik. Herkes hazırlandıktan sonra etrafı şöyle bir kontrol ettik. Sonra saat 3. 30 gibi evden çıkabildik.
Oooo… Dışarısı buz gibiydi. Geceden beri ince ince yağan yağmur caddeyi ıslatmıştı. Araba evin hemen önündeki caddedeydi. Bizim evin bulunduğu cadde Pazar günleri genelde sakin olurdu. Yolun her iki tarafındaki dükkanların çoğu kapalıydı. Çocuklar üşümesin diye hızlı adımlarla arabaya binip alışveriş merkezine doğru yola çıktık. Alışveriş merkezi eve yaklaşık onbeş dakikalık bir mesafedeydi. Pek trafik yoktu. Çok kısa bir süre sonra varmıştık bile. Arabadan inince üzerime hiç para almadığımı fark ettim. Kartlarımın bulunduğu cüzdanım da diğer pantolonumda kalmıştı. Neyse ki hanımın çantasında bize yetecek kadar para vardı. Böylece bir daha eve dönmek zorunda kalmadım.
Alışveriş merkezi her Pazar olduğu gibi çok kalabalıktı. Sanki bütün şehir buradaydı. Giyim mağazaları, elektronik eşya mağazaları,kitapçılar, fast foodlar… her yer; her yer tıklım tıklımdı. Avm’nin hemen girişinde çocuklar için boyama çalışmaları ile ilgili koca bir stand açılmıştı. Bir süre çocuklarla orada oyalandık.
Bulunduğumuz şehirde eskisi gibi kendimizi güvende hissetmiyorduk ne yazık ki. Aslında ülkece bu psikoloji hakimdi toplumumuzda. Televizyonda haberleri izlerken toplumun tedirginliğini fark edebiliyordum. Son 2 yıldır cinayetler, bombalı saldırırlar, hırsızlıklar bayağı artmıştı. Daha çok kısa bir süre önce Ankara ve Suruç’ta patlamalar olmuş, bir sürü güzel insan hayattan koparılmıştı. Hanım buraya her geldiğimizde olduğu gibi yanıma biraz daha sokulup kollarıma sıkı sıkıya sarılarak fısıltıyla:
– Canlı bomba yoktur, değil mi, dedi.
– Yok canım, ağzından yel alsın, diye cevap verdim.
Ama ne yalan söyleyeyim, son zamanlarda bende de bir tedirginlik fazlasıyla vardı. Burada çok fazla Suriyeli vardı. Hatta şehrin yarısının Suriyeli olduğunu tahmin ediyordum.Ve şehirde hemen hemen herkesin yüzünde az da olsa bir korku ve güvensizlik hakimdi.
Çocuklar oyun salonuna doğru koşmuşlardı bile. Görevliden 20 liralık jeton aldım. Yarım saat kadar oynadı çocuklar burada. Benim başıma ağrılar saplanmaya başlamıştı bile. Sınıfta, evde, sürekli gürültülü ortamlarda bulunduğum için son 3 yıldır bünyem hiç bir gürültüyü, hiç bir sesi kaldırmıyordu artık. Bir süre sonra çocuklara birer mısır alıp onları zemin kattaki bir başka oyun alanının bulunduğu yerin çevresinde bulunan oturma bölümüne bırakıp izin istedim hanımdan. 100 metre kadar ilerideki kitapçıya gittim. İşte burayı çok seviyorum. Buraya gelince her şeyi unutuyorum. Ne başımın ağrısını hissediyorum burada, ne de herhangi bir yorgunluk. Önce son çıkan kitapları inceledim. Daha sonra şiir kitapları, dünya edebiyatı, Çağdaş Türk Edebiyatı … derken daha önce okuduğum, Kafka’nın ‘‘Milena’ya Mektuplar’’ kitabına ilişti gözüm. Özellikle bir bölümü hiç aklımdan çıkmaz:
‘‘Bak Milena: En çok, ‘‘seni seviyorum’’ diyorum. Ama gerçek sevgi bu değil belki. ‘‘Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla’’ dersem; gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki…’’
Kitabın arka kapağını çevirdim. Evet aklımda kalan bu bölümü bir daha okudum. Hemen yanındaki rafta Sabahattin Ali’nin ‘‘Kürk mantolu Madonna’’ sı duruyordu. Bu kitabı da 3 yaz önce okumuştum. Beni çarpan, son derece etkileyen kitaplardan biriydi. Bu kitabı her gördüğümde gayrı ihtiyari: ‘‘Ah Raif ah’’ derim içimden. Kitabın rastgele bir sayfasını açtım. Birkaç satır okudum:
‘‘Bir kitabı okurken geçen iki saatin, ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince, insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.’’
Bir sayfa daha çevirdim:
‘‘Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. Çünkü o, benim için bütün insanlığın timsaliydi.’’
Ve benim için kitabın özeti şu ifadelerde geçiyordu:
‘‘Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, ’Bu öyle olmayabilirdi!’ düşüncesi.’’
Kitabı bıraktım yerine: ‘‘Ah Raif ah…
Üç yıldır söylüyorum: bu öyle olmayabilirdi.’’
Telefonum çalıyordu. Arayan çocuklardı. Farkında olmadan yaklaşık 1 saat kadar oyalanmışım kitapçıda. Herhangi bir mağazaya girdiğimde mutlaka bir şeyler alırım. Sanki bir şey almazsam satıcıya ayıp olurmuş gibi garip bir düşünceye kapılırım. Ferit Edgü’nün ‘‘O/Hakkari’de Bir Mevsim.’’ kitabını alıp kasaya doğru yürüdüm. Son anda üzerime de hiç para olmadığını fark edip kitabı geri bıraktım.
Kitapçıdan çıkıp çocukların yanına doğru serseri adımlarla yürüdüm. Çocuklar acıkmışlardı. Önce bir şeyler yediler kavgalı, gürültülü. Daha sonra oyuncakçıya gittik hep beraber. Furkan uzun zamandır almayı düşündüğü oyuncağı eliyle koymuş gibi bulup getirdi.
– Sana bahsettiğim oyuncak bu baba.
Fiyatına baktım 59 lira. Şöyle bir evirdim çevirdim. Hareketli bir robottu bu. Üstte bi tuşu vardı. Basınca değişik sesler çıkarıyordu.
– Baba istersen daha ucuz bir şeyler alabiliriz. Ha, ne dersin?
– Yok oğlum bana söz verdiğin gibi deneme sınavında ilk üçe girdin. Sen sözünü tuttun. Ben de tutacağım.
Furkan çok zeki bir çocuktu. Aslında deneme sınavında ilk üçe girmesinin bununla ilgisi olmadığını hissediyordu. Uzun zamandır istediği bu oyuncağı bir şekilde o’na alacağımı biliyordu. Sevinçle oyuncağı elimden alıp annesine doğru koştu.
Kıvırcık ise bir elinde bebek, diğer elinde 1 lirasıyla bana doğru yaklaştı.
– Ben de bu bebeği alabilir miyim babaa.? Bak param var.
– Alabilirsin kızım. Ama uslu durmak şartıy……
Cümlemin devamını hiç de merak etmeden o da annesine doğru sevinçle koştu.
Oyuncakları aldık. Furkan’ın oyuncağına 59, kıvırcığınkine ise 19 lira ödedik. Vakit bayağı geç olmuştu. Çocukları giydirdik. Elimizde oyuncuklarla, çocukların sevinci eşliğinde gürültü patırtıyla dışarı çıktık.
Dışarısı biraz daha soğumuştu. Çocukları arabaya bindirdikten sonra arabayı çalıştırdım. Ve eve doğru yol almaya başladık. Alışveriş merkezinin çıkışında sağa doğru hafif bir virajdan sonra ana yola çıktık. 150 metre sonra kırmızı ışıkta durduk. Önümde bir araba vardı. 65-70 yaşlarında aksakallı bir amca ışıkta duran arabanın şoförüne bir şeyler söylüyordu. Daha sonra bana doğru yöneldi. Dudaklarında mahcup bir gülümseme, soğuktan kızarmış elleriyle bana bir peçete uzattı. Titreyen ağlamaklı bir sesle:
– Peçete lazım mı evladım?
Genelde trafik ışıklarında artık alıştığımız manzaralardan biriydi. Çocuk veya genç olsa dikkate almayacaktım.Ama bu yaşlı amca bende farklı duygular uyandırdı. Arabanın içi karanlıktı. Amcaya çaktırmadan ellerimi ceplerimde dolaştırdım. Hiç para yoktu üstümde. Dudaklarımı ısırdım, gözlerim nemlendi. Amcayla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Işığa baktım: yeşilin yanmasına 54 saniye vardı daha. Saniyenin onda biri kadar bir an amcaya bir bakış uzattım, yüzünü büyük bir utançla diğer tarafa çevirmişti. Birden bir şeyin tedirgin,elime dokunduğunu hissettim. Eşim çaktırmadan çantasından (3 liraydı yanılmıyorsam) biraz bozuk para bulup avucuma tutuşturdu. O karanlıkta o parayı nasıl aldım, nasıl ak sakallı amcaya uzattım hatırlamıyorum. Daha fazla mahcup olmasın diye amcanın elindeki peçetelerden birini aldım.
– Özür dilerim evladım, seni de zor durumda bıraktım. Kusuruma bakmayasın, dedi Kürtçe-Türkçe karışımı bir şiveyle.
Furkan cebindeki 5 lirayı amcaya uzattı:
– Bunu da al dede. Sen de kendine bir oyuncak al. Bak benim robotum var. Hem de konuşandan…
Kıskanç Kıvırcık durur mu? O da cebindeki 1 lirayı vermek istedi. Fakat parasını kaybetmişti. Bulamayınca ağlamaya başladı.
Yaşlı amca sırtını dönmüştü bize. Sol elinde peçete, soğuktan çatlayan sağ eliyle gözlerini siliyordu galiba. Sanki hayattan alamadığı bir şeyleri benden dileniyordu. Yeşil ışık yanarken bir an dönüp:
– İyi şanslar amca, diyebildim.
Aklımda düşünceler… düşünceler…
Ah… Dünya, 4.5 milyar yıldır bunun için mi dönüyorsun. Yalan dünya. Bunca zamandan sonra tek yapabildiğin gecenin bir yarısı dondurucu soğukta, ömrünün son demlerini yaşayan, ak sakallı bir ihtiyarın yarına dair bütün umutlarını bir peçeteye sığdırmak mı? Değer misin, torunu yaşında birine avuç açmak zorunda kalan bir ihtiyarın mahcubiyetine?
Aklımda düşünceler düşünceler…
200 bin yıl yaşındaki insanlığın, Sabahattin Ali’yi 36; Kafka’yı 41 yaşındayken katledişini ve kim bilir kaç evlat yetiştirmiş bir ihtiyarın, sokak sokak, cadde cadde tükenişini düşünerek arabanın karanlık bir köşesinde sessiz sessiz ağladım.
….
Bir peçeteye kaç evren, kaç gezegen;
Bir peçeteye ne kadar insanlık sığar ey büyük Allah’ım?
200 bin yıl yaşındaymış insanlık! Peh. Sen git onu bizim kıskanç kıvırcığa anlat. Belki inanır.
Yazar , ana fikrin nerede verileceğini bekleteyim derken hikayeye Anı veya Günlüğü anımsatan bölümler kaçirmiş. Kısa cümleler ve iç dünyayı yansıtan ifadelerle modern roman/hikaye havasını hissedebildiğimiz ancak merak uyandıran bir sonla Çehov ; kısa bir olay örgüsü ve hikayenin diğer unsurlarını da gordugumuz Maupuassant tarzının karışımı bir tarzla da karşılaştığımız söylenebilir. İmlaya gelince ;
Kıvırcık neden birkaç yerde küçük harflerle yazıldığını anlayamadım. Verilmek istenen mesaj çok degerli. Keyifle okudum. Yazarın yüreğine sağlık…