Hızlı adımlarla dolaştı caddeyi, işini bitirdiği halde sakinleşmemişti yürüyüşü. Çocukken de telaşlı, coşkuluydu hep. Bir o yana bir bu yana koşturur dururdu. Kolu bacağı her zaman çürükler, morluklarla dolu olurdu.
İçinden sürekli kendine yavaşla, sakin ol, bekle, acele etme der ve büyüyünce yavaş yavaş hareket eden, sakin ve huzurlu biri olacağını umar ve dilerdi.
Onca yıl geçmiş yetmişine sadece iki sene kalmış ve sokaklarda neredeyse koşar adımlarla ilerlerken düşünüyordu bunları ve birden sesli bir şekilde gülerek durdu. Peki bu kadar hızlı nereye gidiyordu, tabii ki en sevdiği pastaneden dondurma almaya…
Dondurma onun için hayatın tadıydı, limonlu veya vişneli. Diğer tatları dondurma saymıyordu, soğuk ve ekşi dilinde erirken içi sıfırlanıyor, hazları, keyifleri güncelleniyordu.
Yıllar, hızla akan zaman, acı tatlı içinde tüm anılarıyla hayat, kaybettiği sevdikleri, hüzünler, hastalıklar koca ömür eskitiyordu bedeni.
Dizleri güçsüz, kasları zayıf, refleksleri azalmış, görmesi, duyması, koşup zıplaması hız kaybetmişti. Beden yaşlanıyordu. Yıpranıp eskiyordu. Aynaya bakmadan da görüyordu yılların hasarını. Çizgiler derinleştikçe elleriyle de hissedilir olmuştu. Zor gelse de yaş almak, yaşlandırıyordu bedeni.
Bebek gibi uyumak sözü meşhurdur, bir bebeği uyurken izlerseniz anlayamazsınız belki ancak önce bebeği, sonra da dedesini uyurken izlerseniz çok net anlarsınız o deyimin içeriğini.
Bebeğin uykusu tam bir sükunet ve sessizlik, dedenin ki ise nefes sesinden beden kıpırtılarına kadar tam bir senfonik dinletidir.
Arada geçen zaman sadece yıpratmaz, olgunlaştırırken imzasını atar vücutlarımıza. Ağaçlara halka halka desen çizdiği gibi bize de ince ince desenler işler. Bu bizim dünyayla ve içindekilerle dansımızdır. Durmadan ahenkle bazan çok sert bazan çok yumuşak, bazan alabildiğine sakin va akışkan bazan olabildiğine dingin ve durağan. Sonuç her saniye bir sonraki zamana iletmeden bizi, emanetini yükler üzerimize ve giydirir kendi rengini.
Artık kalabalık içinde tam yaşıtımız olanları daha net bulabiliriz. Kaşlarının gür ve dağınık halinden erkeklerin elliyi kaç geçtiklerini, omuzlarının kavislerinden hanımların hangi onluk dilimde olduklarını. Hele hele ellerin izleri, parmak uçları, şişmiş damarlar, çillenmiş ve kırışmış deriden kaç kez yılbaşı, kaç kez bayram gördüğünü okuyabilirsiniz.
Beden bu kadar açık sözlü ve ifşakar olduğu halde peki ya ruh. Ruhumuzda bu kadar dürüst mü zaman konusunda. Koruğu koy kavanoza sonra sadece bekle demişti Nurşin Teyze…
Çok karmaşık gelmişti söylediği, düşündükçe yattı kafama, turşuyu da koyuyordum, bekliyor ve olgunlaşıyordu, hamur bekleyince mayalanıyor, meyve ballanıp, sebze tatlanıyordu. Zaman sadece akarak bir çok şeyi değiştirip başkalaştırıyor, tatlı yemek ekşiyor, güzel çiçek soluyor, yeni eşya eskiyordu. Zaman her şeye belirgin ve karşı konulmaz bir şekilde etki ediyordu. Peki ya ruh? Ona ne oluyor veya ne olamıyordu? Coşku ve heyecan eskir mi? Sevinç ve mutluluk yorulur mu? Korkular azalır da özlem küçülür mü?
Büyüyordu insan, tecrübelere ait arşiv güçlendikçe, sorun çözme hızı artıyor, sebep sonuç ilişkilerinin algoritmasını kaydettikten sonra hüzün ve kırılmalar oluşmaz oluyordu. Bu insana ve dünyaya ait olgunluk seviyesiydi. Algı, idrak ve sonuç…
Peki ya ruh, zihin bu matematiksel rahatlamalardan ne kadar faydalanıyordu. Anladım ki bu buymuş diyen birinin gönlü ne renk aslında tam o anda. İnsana güvenilmez öğrendim diyen birinin ruhu nereye saklanıyor sesini duymamak için.
Olgunlaşan, takılmayan, umursamayan, dümdüz basıp geçen, anlatıp akıl veren o sesin sahibi ruh nasıl susuyor bu sözlerine cevap vermemek için…
Gözlerini kapattığında çocukluk hallerine gidip içinde koştururken yaşı kaç. Sevgiyi hissettiğinde içindeki rüzgar dışındaki saçlarını savururken mekan hangisi. Karanlık bir düşüncenin çaresine kilitlenirken ışık nerede. Zihin, hayal, gerçek bu geçişlerde beden nerede, ruh nerede…
“Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.” (Peyami Safa)
Yıllar bedeni yorar, zihni berraklaştırır, gönlü besleyenin gönlünü olgunlaştırır ancak ruh hep taptaze kalır. O zamandan mekandan etkilenmez. Arzuları, zevkleri, tatları, keyifleri hep taptazedir. Bize son nefesimize kadar canlılık katan o inanılmaz cevher asla başkalaşmaz.
Yaşlılıkla bedenin zafiyetiyle ruhun eskimiş ve yaşlanmış olduğunu ifade edenler çevrenin pusunda içini saklamak istediklerindendir. Rahat ve huzur içerinde şarkı söyleyip dans etmeyecek, dondurma yalayıp, çikolata yutmayacak dede ve nine yoktur…
Bizlere belli yaşların belli hareket ve davranışları baskı ile yüklendiği için giyiniyoruz o rolleri serbest bırakılsa elli yaşında kaymacadan kayıp tahterevallide hopladığıma gülen olmazdı.
Ayıp ve günahları kişisel ölçüler ve yöresel tavırlarla değiştireli hayat zor ve sıkıcı cümlemize. Yeniden bakarsak içlerimize ve bize lütuf ve ihsanları bol dinimize ömür daha verimli, sağlık daha elde edilir, huzur daha sarıcı, mutluluk çok daha yaygın ve hissedilir olacaktır.
İnsanın insana zulmüdür zorluklar çıkarmak…
Daha özgür davranışlar, daha hür hayatlar ve daha müreffeh bir dünya için derin nefesler alıp derin derin hissedelim, ömür bir kerelik, ölüm tek seferlik…