Şüphesiz ki her sağlıklı birey kendi gerçeğini doğuracak ve yoğurup şekillendirdiği o gerçeklikle yaşamına yön verecektir. Bu doğumun sancısını, çilesini etkileyen de ruhun büyüme yolunda karşısına çıkan engeller ve bunları aşmak için gösterdiği çabayla birlikte onun yaradılıştan getirdiği kararlılık seviyesi veya zorluklarla savaşma gücü gibi önemli etkenlerdir. Benliğin yaşadığı varoluşsal sancılar ne kadar şiddetliyse bundan güçlenerek çıkan bireyler için ortaya çıkacak sonuç da o derece hayranlık uyandırıcı olabilir.
Tıpkı ıstakozlarda olduğu gibi içinde sıkışıp kaldığı, onu boğan, bunaltan ve potansiyeline ulaşmasına engel olan o daracık kabuktan çıkıp, kendine yeni bir kabuk inşa ediş sürecinde geçirdiği ruhsal evrimin temsili işte bu çekilen acıların suretinde gizlidir. Fakat en acısı da şudur ki; kendi gerçekliğini oluşturmak, anlamak, yaşamak söyle dursun; yaşamları boyunca bunun farkına varamayanlar, “ben kimim?” , “ben bu hayattan ne bekliyorum?” veya namı diğer Dilozof’un (yani Pelin Dilara Çolak’ın) da dediği gibi “Elimdeki bu yaşamla ne yapacağım?” sorusunu hayatında bir kez bile kendine sormamış nice kayıp ruh vardır.
Başındaki otorite kimse – ebeveynler, kutsallar, yöneticiler vb. – yasa, kural koyucu kimse, onun ağzından çıkan her söze mantık süzgecinden geçirmeksizin koşulsuz biat etmek suretiyle düşünsel ve sözel özgürlükten fersah fersah uzak bir şekilde yaşamını sürdüren; otorite sahibinin çığırtkanlığını yapmaktan öteye gidemediği halde, kendi ağzından çıkan söylemlerin ve bunların ışığında gerçekleşen eylemlerinin aslında otoritenin yankılamasından farksız bir yaşamdan ibaret olduğunu ve bütün bu söylemlerinin kendi özgür iradesiyle gerçekleştiğini savunanlar bile çıkacaktır. Halbuki tıpkı Carl Jung’ın da dediği gibi personasının[*] egemenliği altında gerçek düşüncelerini bastırarak koca bir ömrü kendi benliğinden vazgeçerek yaşadığının farkına bile varmamış kişiler, yine kendi potansiyellerini ortaya koyamadıkları için hayatları boyu hastalıklı ve sancılar içinde bir ruhu bedenlerinde taşımaya mahkum olacaklardır. Ve huzurunu yitiren bu bedenler ne yazık ki kendinden sonraki nesillere de bilinçli veya bilinçsiz olarak kendisinde var olan bu hastalıklı hali aktarmaya devam edecek, bu kırılması git gide zorlaşan kalın bir zincir hale gelecektir. Hastalıklı toplumların türeyişi bu şekilde adım adım gerçekleşir.
Yukarıda da söylediğimi yinelemem gerekirse, böyle kişiliklerin ‘‘kayıp ruhlar’’ olduğunu düşünürüm hep. Çünkü içindeki potansiyeli ortaya çıkaramayan, öz benliğini dinlemeyen, ona sağır bir insan kendine ait en değerli ve yegane şeyi, ruhunu, küçük, kırılgan ve ürkek bir kuş gibi yitirebilir. Bu aslında kişinin bir nevi kendi yaradılışına, doğanın ona kattığı değerlere sırt çevirmek, en net ifadeyle kendine ihanet etmek demektir ve düşününce kendine ihanet kişinin ona başka hiçbir şeyin ve/veya hiç kimsenin yapamayacağı denli büyük bir kötülüktür.
Şimdi gelelim iç sesimizin en güçlü, net ve yalın bir biçimde yankılandığı zamanlara; çocukluk yıllarına… O müstesna zamanlara gidip bir selam olsun vermezsek büyük kabahat işlemiş oluruz. Çünkü çocukluğun o masum ve kendine özgülük hali, iç sesinden başka hiçbir otoriteyi tanımayan, onlara boyun eğmeyen, kendine set çekecek her şeye karşı özgürlük bayrağını korkusuzca açan ve bütün bu eşsiz meziyetine rağmen onları yerle bir edip, aslında doğuştan özgür düşünceye sahip o “çocuk adamları” sözde “eğiten”, “adam eden” biz yetişkinler, ne yazık ki farkında olarak veya olmayarak onların o körpe zihinlerine kendi ellerimizle prangalar vuruyoruz.
Kendi dar kalıplarımıza zorla sokmaya çalışarak, onlara düşüncelerini, hayallerini, kendi küçük yaşamlarının sınırları içinde olsun en ufak bir fikirlerini sormayarak, onların cıvıl cıvıl hassas ruhlarını görmezden, duymazdan gelerek özgür düşünceyi daha hayatlarının en başta öldürdüğümüz gerçeğini fark edersek, çözüm için atılması gereken ilk ve en önemli adımı atmış olacağız (e ne demişler, iğneyi kendine…) Bu hayati farkındalık sonrası neler yapabileceğimizi konuşmak için buluşacağımız ortak payda ise biz yetişkinlere kendi öz eleştirimizi yapmamız adına tüm çıplaklığıyla ve kıran kırana bir mücadeleyi gerçekleştirmek adına ihtiyaç duyulan habitatı sağlamış olacaktır. Yeter ki kendimize karşı yeterince dürüst olalım. Unutmayalım ki bu savaşımın sonucunda dürüstlüğümüz ölçüsünde elimizde kalacak o çok kıymetli çıktı; kendini gerçekleştirmeye aday, özgür, mutlu bireylerden oluşan bir toplumdur.
Her birimizin içinde bir yerlerde yankılanaduran, bize özgü ve bizden bir parça olan iç sesimizi keşfedebildiğimiz ve onu hiç çekincesizce haykırabildiğimiz anlamlı bir ömür yaşayabilmek dileğiyle…
[*]Persona: Carl Jung’a göre kişinin toplum önünde gösterdiği kimliğini toplumun norm ve değerlerine göre düzenlediği, yani kendi benliğini yok sayarak, bastırarak etrafa karşı takındığı bir maskedir.
Sayın Hodancı,
İki yazınızı da dikkatle okudum. Akıcı anlatımınız için kutlarım sizi. Benzer konularda biz okurları daha da aydınlatacaksınız umarım.
Bugün benim şanslı günüm sanıyorum. Torunumun beşinci kitabı “Babam Hasan Âli Yücel” bugün yayımlandı İş Bankası Kültür Yayınları’ndan. Hasan Âli’nin küçük kızı ile yapılan bir nehir söyleşi.İnanır mısınız yarını merakla bekliyorum. Her iki yazınızda da değişik örneklerle anlatılan okuma ve öğrenme merakıyla…
Başarılı çalışma günleri dileklerimle.
Merhaba Yalçın Bey. Öncelikle kıymetli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Elbette elimden geldiğince, bilgim yettiğince yazılarıma yansıtmaya çalışacağım. Torununuzun kitabını gördüm, kendisini en içten dileklerimle kutlarım. Kim bilir ne guzel bir duygudur sizin icin.
Ben de yazılarınızı takip ediyor ve bu ugrasinizi yürekten kutluyorum. Saygılarımla…