Hayallerin rengi soldu yüzünde; kaybettim en son yazdığım harfi. Ömrüme buğzetti söylediğin sözler. Ben sana çok yakındım ama bir o kadar da ırak. Gözünden süzülen son damlalar, ta yüreğime düşüverdi hırçın dalgalar gibi. Ancak denizlerde aradım kararmış kalbini. Ancak bir türlü bulamadım sürgün edilmiş kalbini. Loş karanlıklar ve hudutlar, aşkımızın prangasıydı. Prangalar ve ölü ruhlar, asla engel olamadı bu ziyan edilmiş ömre.
Çoktan yok olup gitmişti senin bende bıraktığın eşyalar; hayallerime sakladığın, bende ne varsa. Ve martılara söz verdim, bunları kaybetmesinler diye. Ama onlar da kaybolup gitti. Sessizlik çöktü ruhumun üzerine; bastırıp gidemedim kollarına. Kayboldum bu şehrin koca duvarlarında seni ararken.
Tekrardan terk etmem diye söz vermiştin; ancak hep terk eden sen oldun, kodaman yürek. Yürek dedim de, yetim bıraktın hep ıssız karlı ormanların tam ortasında. Sessizliği, şehrin ışıklarına hapsettim ben. İçimde koca fırtınaları deviren bir kalbi yok ettin. Şehrin dalgalı denizleri, yıkıntıların karşısında katı bir dağ kesiliverdi.
Gergin nakış iplikleri satın aldım, kalbimin düğünlerine katmak için. Fakat bir türlü yürüyemedi diğer katı kalpleri yumuşatmak için. Sadece huzuru diledim tüm gürültülere karşılık. Ancak insanlar, içimdeki şeytanı var etti. Sessizce veda etmek istedim tüm kötülüklere.
Uzun, upuzun uyudum skandalları duyunca. Bir anne, bebeğini çöp konteynerine bıraktı gözümün önünde. Tıpkı beni ortada bıraktığın gibi. Utanç duydum, kalbimin hırçınlaşmış duruşunda.
Tüm vitrinlerde senin kolyeni aradım; o kalpli kolyeyi. Verdiğim değersiz, sararmış metal yüzüğü, iplikleri sararmış bilekliği ve ağarmış saçının tellerini hep aradım durdum. Eve gidince annemin mırıldandığı türküde aradım adını. Sobada küllenen sebzelerin kokusunda aradım sıcaklığını.
Aile diye bağrıma bastığın insanlar, gün geldi düşmanım oldu. Daha ne olsun, kimliğimi kaybetmiştim. Sokaktaki dilenci kılığındaki insanlar bile bana acıdılar. Uzun, upuzun tren raylarında aradım hikayemi ve kaybolan kendimi.
Sonra anne sıcaklığında bir koku duydum; pişen kurabiye kokusunda. Sonra pastaneye biçare kılığımla girince kovdular beni, dilenci sandılar. Ancak onların kalpleri mühürlendi dimdik duran insanlık karşısında.
Pespaye kaldı ailem, sevdiklerim ve koca şehir. Okuduğum bütün kitapları unuttum; daha da çok okumayı unuttum, yetmez mi? Yetmez diye bir ses duydum senin ağzından. Ancak trafik ışıklarındaki robot sesmiş, “yetmez” diye haykıran.
Trafik ışıklarındaki o sesi yok etmek için yumruklar savurdum. Polisler beni sarhoş sandılar; bir kısmı ise deli. Hastaneye götürmek için teklif ettiler. Ancak ikna etmek için çok uğraş verdim. Uzun, upuzun bir yolculuğa çıktım daha sonra.
Ruhum hep benimle birlikte yol aldı bu uzun yolculukta. Vücudumun sıcaklığını yavaş yavaş kaybediyorum; canlılığını yitiriyor gözlerim. Kapandı artık tamamen. Yurdum, yuvam yalnızca ruhum oldu. Çaresiz kaldım aşkının karşısında. Mutlu mu mutsuz mu kaldım, bir türlü karar veremedim sen karşıma dikilince.
Sonra üzerime topraklar serpti babam; kaldırım küreği gibi kollarıyla. Beni bebekken kucağına aldığı kolları, artık biçare kalmış birer et yığınıydı. Annem en gerilerde, toprağın üstündeki çiçeklerimi suladı çaresiz gözyaşlarıyla. Filizlenir çiçeklerim…
Ve koca bir pespaye kaldım hayatın, senin ve ailemin karşısında; kodaman bir pespaye…