Pişmanlık Adası

Ahmet Furkan Demir 457 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

Saat 12’yi geçmiş, gece yeni bir güne teslim olmuştu. İnsanlar derin uykularına dalmış, evlerde zerre miskal ışık yoktu. Sokakta yalnız o ve soğuktan ip yumağına dönmüş kediler vardı. Her gece olduğu gibi yine arkadaşları ile akşamı geçirmiş, arkadaşları onu araba ile sokağın başına bırakmışlardı. Günün yorgunluğu ve parmak aralarında çıkan nasırın etkisi ile adımlarını aksak bir şekilde atıyordu. Evi yokuşta kaldığı için araba oraya çıkmıyordu. Kambur bir şekilde kafasını öne doğru yöneltip r harfi şeklinde yavaş yavaş yokuşu çıkarken ayağındaki topuklu kunduranın sesi tüm sokakta yankılanıyordu. Meşakkatli bir yolun ardından nihayet evinin kapısına doğru yöneldi, cebinden çıkardığı anahtarı usulca kapı deliğine götürüp kapıyı açtı. Kapının hemen sağ tarafında bulunan düğmeye basıp giriş kısmını sarı bir ışık ile aydınlattı. Önünde bulunan 6 basamağı da ağır ağır çıktıktan sonra üzerindeki kabanı ve başındaki fötr şapkayı holde bulunan askılığa astı. Gömleğinin kollarını ve pantolonunun paçasını, bir kâğıdı eşit parçalara katlayan bir çocuk edasıyla özenle katladı ve holün sağ tarafında bulunan banyoya girdi. Hemen ayaklarındaki çorapları çıkarıp nasır tutan ayaklarını soğuk su ile yıkadı. Ayaklarını soğuk su ile yıkamak ona bir nebze iyi gelmişti. Banyodan çıkıp karşı tarafta bulunan yatak odasına doğru ilerledi. Çok yorgundu. Bir an önce uyuyup dinlenmek istiyordu. Üzerindeki elbiseleri çıkarıp yatak elbiselerini giyerken, kendini yazın sıcağında serin sulara salan bir bedevi gibi rahatlamış hissediyordu. Bu lezzet yatağa girip yorganı üzerine çekince doruk seviyesine ulaşıyordu. Âdeta çölün ortasında vahaya rastlayan bir deve yavrusu gibi mutlu hissediyordu. Ta ki kafasını saf yün ile doldurulmuş iri yastığına indirinceye kadar.

İşte her ne oluyorsa bu andan itibaren başlıyordu. Ayak tırnak uçlarından saç diplerine kadar bedenini saran bu acı, her gece uyumadan önce nüksediyordu. Bu acıya bir türlü karşı koyamıyor, çözüm bulamıyordu çünkü bu acıyı yok edebilmesi için düşünmemesi gerekiyordu. Bu mümkün değildi. Sokaktaki bir karınca ona kırıldığını belirtse dahi, sabahlara kadar kafasını bu husus üzerine yoran bir adamdı. Yine her gece olduğu gibi arkadaşları ile geçirdiği günü düşündü. Birlikte geçirilmiş yarım bir günü, haroşa ören bir kadın gibi ilmek ilmek kafasında tekrar yaşadı. Söylenilen her kelimeyi, söylediği her kelamı tekrar tekrar düşündü. Sonra beyninin içinde kendisiyle konuşmaya başladı:

“Ne kadar da boş konuşmuşum, niye her cümleye yorum yaptım ki? Acaba biraz fazla mı espri yaptım? Acaba kimsenin kalbini kırdım mı? Yaptığım o hareket doğru muydu? O sözümle arkadaşımın kalbini kırmış mıyımdır? Ama onlar da benim kalbimi kırdılar ve bunu bir defa değil, mütemadiyen yaptılar. Sözde şakaları ile ağızlarında çıkan sözleri tartmadan söyleyerek…  Peki, bunun farkındalar mıydı, yoksa tüm bu olanları ben mi abartıyordum? Ben de onlara espri yapıyorum. Acaba yaptığım espriler samimiyetimizden daha mı ağırdı, onları kırıyor muydum?” Her gece kendisine sorduğu bu soruları bir türlü net bir şekilde cevaplayamıyordu. Bu acıya daha fazla dayanamıyordu. Beyninin içinde şimşekler çakıyordu. Başı bir migren hastası gibi uyuşuyordu. Göz bebekleri şiddetli bir ağrı ile sarsılıyordu. Öfkeden sıktığı dişleri bir fermuar misali birbirine kenetleniyordu. Yaşadığı günün içerisinden bir an seçip o anda zamanın durduğunu ve kendisi dışında herkesin donduğunu, o mekândan usulca uzaklaştığını ve bu olanların hiçbirinin yaşanmadığını hayal etmeye çalışıyordu ama bu hiçbir işe yaramıyordu.  Karamsar olduğu için her gece kendisine şu sözü veriyordu: “Artık sözlerime ve samimiyet sınırlarıma daha çok dikkat edeceğim ya da en iyisi hiç kimse ile görüşmemek. Tüm arkadaşlarım ile arama mesafe koyacağım böylelikle yalnızca kendi hayatımı düşünür, bir nebze de olsa refaha ererim. Evet evet… En doğrusu bu ne gelen aramalara ne de yazılan mektup ve telgraflara cevap vermeyeceğim.”

Saat gecenin 3’ü olmuştu. Yorgun bedeninin uykuya mağlup olması gerekirken beyni buna mani oluyordu. Vücudu taşlaşmış bir şekilde sabit dururken düşünceler aklını beynindeki bir duvardan diğer duvara vuruyordu. Düşüncelerinden kurtulması için biran önce uyuması gerekiyordu. Uyuyabilmek için Allah’a yalvarırken bir yandan da eli ile başından aşağı doğru süzülen teri siliyordu.

Kendisine verdiği sözü düşünmeye başladı. Neredeyse her gece kendisine bu sözü verdiğini ama en fazla bir gün uygulayabildiğini kendisi de biliyordu lakin bugün farklıydı kararından dönmeyecekti. Çünkü bugün yaşanılanları düşünürken midesi bulanıyordu hem kendisini hem çevresini suçluyordu.

Yalnız yaşamak en iyisi ne seni kıracak insanlar var ne de senin kıracağın insanlar var. İnsanlar tarafından sürekli kırılıp düşünce kazanına düşüp pişmanlık yaşamaktansa, yalnız kalıp sıkılmak daha iyi diye düşündü bir an. Aslında o da, yalnız yaşamanın onun karakterine asla uymadığını biliyordu ama şuan beyni ile bir savaşa girmiş resmen aklı ile oyun oynuyor, adeta aklını vicdanını rahatlatması için ikna ediyordu. Cimri bir insanın avuçları gibi sımsıkı kapanmış gözlerine hafiften hafife bir ışık vurduğunu fark etti. Gözlerini açıp baktığında günün ağardığını gördü. Güneş kızarmış bir şekilde belirmiş, sanki rengini kanayan vicdanından almış gibiydi. Düştüğü bu pişmanlık adasındaki dalgaların sesi onu yine uyutmamıştı. Yeni gün ona, verdiği sözü tutmayıp tekrardan pişman olması için doğmuştu. Dün ne yaşadıysa bugün de yine onları yaşayacaktı. Dün yüzlerini dahi görmek istemediği arkadaşları ile bir kez daha görüşüp, eğlenerek zaman geçirecekti sonra da eve dönüp tek başına bir ordu ile harp edecekti. Konuştuğu her kelime, karşısına bir dev olarak gelecekti hiç konuşmasa insanlar ona suratsız yakıştırması yapıp alınacaktı. Konuşursa da düşünceleri beynini ele geçirip, kemirerek yavaş yavaş yok edecekti. Ya kendini yalnızlığa mahkûm edip ölüme kucak açacaktı ya da beyninin sülükleşmesini izleyip üzerine tuz dökecekti. Ne yapabilirdi ki? Onun fıtratı buydu. Her halükarda yok olup gidecekti. Ne düşünceleri onun peşinden gelecek ne de kırmaya korktuğu dostları.

Onu sarmalayan tek şey, doğan güneşin yeni günün habercisi olmasıydı. Onu bir türlü terk etmeyen ve terk etmeyecek olan şey, yeni günün getirdiği pişmanlıklar olacaktı.

Uzaktan baktığı cama yaklaştı. Camı iki yana doğru açtı. Sessiz ve bitkin bir ses tonuyla şöyle dedi:

“Merhaba doğan güneş, merhaba pişmanlıklar.”

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version